24.02.2008

Osmanlı Cumhuriyeti ve Ötesi

22 Nisan 1954 tarihli Resimli 20. Asır Dergisinden














Roma'nın en büyük sinemalarından birindeyiz. Perdede dünya havadisleri gösteriliyor. Bira ara, Amerika'ya yaptığı seyahatten dönmekte olan Cumhurbaşkanımız Celal Bayar'ın Napoli'ye varışını görüyoruz. Hadiseler hakkında izahat vermekte olan ses konuşuyor:"Osmanlı Cumhuriyeti Başkanı Celal Bayar..."

***
İspanya ile oynadığımız milli futbol maçının tafsilatını İtalya'nın en ciddi gazetesi İl Messaggero di Roma'da okumaktayız. Türk kelimesinin yerini zaman zaman Osmanlı'ya bırakmış olduğunu yine hayretle görüyoruz.
***
Bir gün Roma'nın en işlek caddesi Tritone'den geçerken bir vitrinin önünde duraklıyoruz. Karşımızda, önümüzdeki yaz mevsiminde Türkiye ve diğer Akdeniz memleketlerine tertiplenecek turistik seyahatlerin reklam panosu bulunmaktadır. Panonun gayesi vapurun uğrayacağı muhtelif limanların karakteristiklerini belirtmek olacak. Nitekim İstanbul ve Mersin için kusursuz iki cami resmi yapılmıştır. Ama gel gelelim İzmir yazısının üstünde püskülüyle birlikte kıpkırmızı bir fes sırıtmaktadır. Ve bu reklamı yapan, memleketimizde de muhtelif şubeleri olan Lloyd Triestino - Adriatica müessesesidir. Yani hadisenin özür kaldıracak en ufak bir tarafı yoktur. Mamafih itiraf etmek lazım ki, 10-15 gün kadar sonra, her ne hikmetse sözü geçen panodan fesin kaldırıldığını gördük. Fakat yerine bir İzmir zeybeği veya efesi konuldu sanılmasın. Hayır, sadece püsküllü fesin yerini bu sefer de Türklükle en ufak bir ilgisi olmayan ve İstanbul ve Mersin hanelerine yapılmış olanlarla büyük bir tezat meydana getiren tamamen Arap stilinde bir cami aldı.
***
Postanedeyim. Gişedeki memur, Türkiye'ye göndereceğim bir paketin ücretini hesaplamak için önündeki listeyi karıştırıyor. Uzun uzun arayıp taradıktan sonra "Hayret" diyor, "İstanbuyl yok listede". "Müsaade eder misiniz?" deyip cetvelin başlığına bakıyorum: "Afrika kıtasına gönderilecek matbuatın tabi olduğu posta ücreti". Memur İstanbul'un Avrupa'da olduğunu öğrenince adeta büyük hayrete düşüyor.
***
San Giovanni'nin Laterano Müzesi Roma'nın en büyük ve enteresan müzelerinden biri. Hele misyonerlerin dünyanın dört bir bucağından toplayıp getirdikleri çeşitli millet ve kavimlerin yaşayış tarzını gösteren eşyaların tetkiki için değil günler, haftalar lazım. Türkiye'de çok şükür misyoner faaliyeti bahis konusu olmadığına göre bize ayrılmış bir kısım yok. Ama müzenin bir Yakın Doğu salonu var. İşte burada, ne münasebetle yer aldığı anlaşılamayan büyük bir Türkiye haritası asılı. Haritanın doğru illerimize isabet eden kısmında, Türkiye yazısından da büyük kocaman bir Ermenistan kelimesi!
***
Yine aynı müzenin aynı salonundayız. Üzerlerinde İran sanatı yazılı birtakım camekanlar var karşımızda. Ama bu camekanlarda teşhir edilmekte olan çeşmibülbül, testi, vazo gibi seramik eşyasının Türklüğü o kadar aşikar ki bunu anlamak için sadece Türk olmak kafi. Nitekim biraz yaklaşınca "Anadolu işi" yazılı kartvizit boyunda kağıtlar iliştirilmiş olduğunu görüyoruz. Ama başlık İran sanatı. Oysa ki, bizim bildiğimiz, Roma sanatının Elen sanatına olan nisbeti ne ise, bu sahada Türk sanatının İran sanatına nisbeti de ancak odur.
***
Her zaman yemek yediğim lokantanın garsonu bir gün:
-Dün istasyonda bir Türk gördüm.
-Nasıl anladın Türk olduğunu?
-Başında sarığı vardı.
***
Roma'da tahin helvası satılıyor. Kutular içinde olduğu için hakiki tahin helvası mı bilmiyorum. Fakat kutunun kapağında Türk tatlısı olduğu ve İstanbul'da hazırlandığı yazılı. Bu yazının kenarında, ifadeyi daha kuvvetlendirmek için olacak! Nargile içmekte olan, bağdaş kurmuş başı fesli bir zenci resmi bütün kapağı enlemesine kaplıyor.
***
İsviçreli, kültürlü bir hanımla konuşuyoruz:
-Demek Türksünüz?
-Evet.
-Peki ama asıl orijininiz?
-700 yıl öncesine kadar olan cedlerim Anadolu'da yaşamışlar. Daha eskilerini de isterseniz onlar da Altaylar'da.
-Hayret, ben Türkleri sizin gibi zannetmezdim.
-Nasıl zannederdiniz?
Susuyor. Söylemeye cesareti yok.
***
Bu da üniversitenin son sınıfında bir İtalyan kızı:
-İstanbul'un kışı Roma'dan daha serttir diyorsunuz. Ne tuhaf. Halbuki İstanbul dendi mi insanın aklına sıcak ve beyaz entariler geliyor.
***
Bu yazdıklarım büyük bir şehre nisbeten küçücük kalan, benim kendi çevremde şahit olduğum üzücü hadiselerden bir çırpıda aklıma gelenler. Bunları bütün Roma'ya, bütün İtalya'ya teşmil ederek, nasıl tanındığımızı, hakkımızda ne şekilde düşünüldüğünü beyan edecek olursak dehşete düşmemek kabil değildir sanıyorum. İnkılabının 30. yılında İtalya gibi burnunun dibindeki bir memleket için Türkiye hala bir meçhul olmakta devam ederse, aramızda mesafelerin daha çok, münasebetlerimizin daha seyrek olduğu memleketlerde hakkımızda ne çamlar devrilmekte olduğunu kestirmek hiç de zor değildir.
Kimseden illaki bizi tanımasını, propaganda yapmasını talep edemeyiz. Hatta yabancılar içinde Türkiye'nin olduğu gibi, hakiki hüviyeti ile geniş halk kütlelerince bilinmesinden menfaatleri haleldar olacaklar vardır. Bu itibarla vazife sadece ve sadece bizimdir. Her geçen gün aleyhimize işlediğine göre, bir an önce neticeye ulaşmak istiyorsak, hemen harekete geçmemiz icap etmektedir.
Peki ama işe neresinden ve nasıl başlayalım sorusuna gelince, bunu cevaplandıracak gerekli tedbir ve çareleri araştıracak, şu veya bu şahıs değildir. Bu yaraya merhem ancak hükümetin eli olabilir. Yalnız, şu bir gerçektir ki bu vazifeyi sefaretlerimizden bekleyemeyiz. Mesela Roma'da Türk sefareti yok mu? Var tabii. Var ama İzmir'in üstünde fes, Türkiye haritasında Ermenistan kelimesi, helva kutusunun üstünde sarıklı zenci de var. Demek oluyor ki, sefaretin vazifeleri dışında kalıyor bunlar. Hem sefaret, Cumhuriyet Bayramı törenine davet ettiği kendi vatandaşlarını, tören saatinden tam 10 dakika erken geldiler diye, bu 10 dakikanın geçmesi için kapısının önünde bekletiyor. Kaldı ki!
Yalnız diğer memleketlerin bu sahada yaptıklarından istifade edebileceğimize göre bir noktayı işaret etmek istiyorum. Roma'da belli başlı Avrupa Milletleri'nin sefaretlerinden başka birer de akademileri var. Buralarda İtalya'ya tahsile gelen kendi talebeleri gayet müsait şartlarda kalabildikleri gibi salonlarında sergiler açmak, konserler vermak imkanlarını da buluyorlar. Akademilerde konferanslar veriliyor, filmler oynatılıyor, broşürler afişler dağıtılıyor. Ve en mühimi bütün bu faaliyet sadece muayyen tabakaları değil fakat geniş halk kütlelerini hedef tutuyor. Halkın gelmesi beklenmiyor. Halkın ayağına gidiliyor.
Biliyorum, bu henüz bizim için gerçekleşmesi belki de hayal olan bir düşüncedir. Ama Roma gibi koskoca bir kültür merkezinde, bir kültür ataşeliği de olsun ihdas edemez miyiz?

1 yorum:

yasmin dedi ki...

Evladım yazılarınızı çok beğeniyorum. Bu genç yaşta Türkiye'nin geçmişini ve de kültürünü çok doğra anlattığın için teşekkür ederim.
Yazılarının devamını diliyoruz.