22.03.2009

REŞAT NURİ Anlatıyor




22 Ocak 1954 Cumartesi tarihli Yeni İnci Dergisinden


21.03.2009

Sedat Simavi'nin Mecmuacılığı


22 Ocak 1954 Cumartesi tarihli Yeni İnci Dergisinden

24.02.2008

Osmanlı Cumhuriyeti ve Ötesi

22 Nisan 1954 tarihli Resimli 20. Asır Dergisinden














Roma'nın en büyük sinemalarından birindeyiz. Perdede dünya havadisleri gösteriliyor. Bira ara, Amerika'ya yaptığı seyahatten dönmekte olan Cumhurbaşkanımız Celal Bayar'ın Napoli'ye varışını görüyoruz. Hadiseler hakkında izahat vermekte olan ses konuşuyor:"Osmanlı Cumhuriyeti Başkanı Celal Bayar..."

***
İspanya ile oynadığımız milli futbol maçının tafsilatını İtalya'nın en ciddi gazetesi İl Messaggero di Roma'da okumaktayız. Türk kelimesinin yerini zaman zaman Osmanlı'ya bırakmış olduğunu yine hayretle görüyoruz.
***
Bir gün Roma'nın en işlek caddesi Tritone'den geçerken bir vitrinin önünde duraklıyoruz. Karşımızda, önümüzdeki yaz mevsiminde Türkiye ve diğer Akdeniz memleketlerine tertiplenecek turistik seyahatlerin reklam panosu bulunmaktadır. Panonun gayesi vapurun uğrayacağı muhtelif limanların karakteristiklerini belirtmek olacak. Nitekim İstanbul ve Mersin için kusursuz iki cami resmi yapılmıştır. Ama gel gelelim İzmir yazısının üstünde püskülüyle birlikte kıpkırmızı bir fes sırıtmaktadır. Ve bu reklamı yapan, memleketimizde de muhtelif şubeleri olan Lloyd Triestino - Adriatica müessesesidir. Yani hadisenin özür kaldıracak en ufak bir tarafı yoktur. Mamafih itiraf etmek lazım ki, 10-15 gün kadar sonra, her ne hikmetse sözü geçen panodan fesin kaldırıldığını gördük. Fakat yerine bir İzmir zeybeği veya efesi konuldu sanılmasın. Hayır, sadece püsküllü fesin yerini bu sefer de Türklükle en ufak bir ilgisi olmayan ve İstanbul ve Mersin hanelerine yapılmış olanlarla büyük bir tezat meydana getiren tamamen Arap stilinde bir cami aldı.
***
Postanedeyim. Gişedeki memur, Türkiye'ye göndereceğim bir paketin ücretini hesaplamak için önündeki listeyi karıştırıyor. Uzun uzun arayıp taradıktan sonra "Hayret" diyor, "İstanbuyl yok listede". "Müsaade eder misiniz?" deyip cetvelin başlığına bakıyorum: "Afrika kıtasına gönderilecek matbuatın tabi olduğu posta ücreti". Memur İstanbul'un Avrupa'da olduğunu öğrenince adeta büyük hayrete düşüyor.
***
San Giovanni'nin Laterano Müzesi Roma'nın en büyük ve enteresan müzelerinden biri. Hele misyonerlerin dünyanın dört bir bucağından toplayıp getirdikleri çeşitli millet ve kavimlerin yaşayış tarzını gösteren eşyaların tetkiki için değil günler, haftalar lazım. Türkiye'de çok şükür misyoner faaliyeti bahis konusu olmadığına göre bize ayrılmış bir kısım yok. Ama müzenin bir Yakın Doğu salonu var. İşte burada, ne münasebetle yer aldığı anlaşılamayan büyük bir Türkiye haritası asılı. Haritanın doğru illerimize isabet eden kısmında, Türkiye yazısından da büyük kocaman bir Ermenistan kelimesi!
***
Yine aynı müzenin aynı salonundayız. Üzerlerinde İran sanatı yazılı birtakım camekanlar var karşımızda. Ama bu camekanlarda teşhir edilmekte olan çeşmibülbül, testi, vazo gibi seramik eşyasının Türklüğü o kadar aşikar ki bunu anlamak için sadece Türk olmak kafi. Nitekim biraz yaklaşınca "Anadolu işi" yazılı kartvizit boyunda kağıtlar iliştirilmiş olduğunu görüyoruz. Ama başlık İran sanatı. Oysa ki, bizim bildiğimiz, Roma sanatının Elen sanatına olan nisbeti ne ise, bu sahada Türk sanatının İran sanatına nisbeti de ancak odur.
***
Her zaman yemek yediğim lokantanın garsonu bir gün:
-Dün istasyonda bir Türk gördüm.
-Nasıl anladın Türk olduğunu?
-Başında sarığı vardı.
***
Roma'da tahin helvası satılıyor. Kutular içinde olduğu için hakiki tahin helvası mı bilmiyorum. Fakat kutunun kapağında Türk tatlısı olduğu ve İstanbul'da hazırlandığı yazılı. Bu yazının kenarında, ifadeyi daha kuvvetlendirmek için olacak! Nargile içmekte olan, bağdaş kurmuş başı fesli bir zenci resmi bütün kapağı enlemesine kaplıyor.
***
İsviçreli, kültürlü bir hanımla konuşuyoruz:
-Demek Türksünüz?
-Evet.
-Peki ama asıl orijininiz?
-700 yıl öncesine kadar olan cedlerim Anadolu'da yaşamışlar. Daha eskilerini de isterseniz onlar da Altaylar'da.
-Hayret, ben Türkleri sizin gibi zannetmezdim.
-Nasıl zannederdiniz?
Susuyor. Söylemeye cesareti yok.
***
Bu da üniversitenin son sınıfında bir İtalyan kızı:
-İstanbul'un kışı Roma'dan daha serttir diyorsunuz. Ne tuhaf. Halbuki İstanbul dendi mi insanın aklına sıcak ve beyaz entariler geliyor.
***
Bu yazdıklarım büyük bir şehre nisbeten küçücük kalan, benim kendi çevremde şahit olduğum üzücü hadiselerden bir çırpıda aklıma gelenler. Bunları bütün Roma'ya, bütün İtalya'ya teşmil ederek, nasıl tanındığımızı, hakkımızda ne şekilde düşünüldüğünü beyan edecek olursak dehşete düşmemek kabil değildir sanıyorum. İnkılabının 30. yılında İtalya gibi burnunun dibindeki bir memleket için Türkiye hala bir meçhul olmakta devam ederse, aramızda mesafelerin daha çok, münasebetlerimizin daha seyrek olduğu memleketlerde hakkımızda ne çamlar devrilmekte olduğunu kestirmek hiç de zor değildir.
Kimseden illaki bizi tanımasını, propaganda yapmasını talep edemeyiz. Hatta yabancılar içinde Türkiye'nin olduğu gibi, hakiki hüviyeti ile geniş halk kütlelerince bilinmesinden menfaatleri haleldar olacaklar vardır. Bu itibarla vazife sadece ve sadece bizimdir. Her geçen gün aleyhimize işlediğine göre, bir an önce neticeye ulaşmak istiyorsak, hemen harekete geçmemiz icap etmektedir.
Peki ama işe neresinden ve nasıl başlayalım sorusuna gelince, bunu cevaplandıracak gerekli tedbir ve çareleri araştıracak, şu veya bu şahıs değildir. Bu yaraya merhem ancak hükümetin eli olabilir. Yalnız, şu bir gerçektir ki bu vazifeyi sefaretlerimizden bekleyemeyiz. Mesela Roma'da Türk sefareti yok mu? Var tabii. Var ama İzmir'in üstünde fes, Türkiye haritasında Ermenistan kelimesi, helva kutusunun üstünde sarıklı zenci de var. Demek oluyor ki, sefaretin vazifeleri dışında kalıyor bunlar. Hem sefaret, Cumhuriyet Bayramı törenine davet ettiği kendi vatandaşlarını, tören saatinden tam 10 dakika erken geldiler diye, bu 10 dakikanın geçmesi için kapısının önünde bekletiyor. Kaldı ki!
Yalnız diğer memleketlerin bu sahada yaptıklarından istifade edebileceğimize göre bir noktayı işaret etmek istiyorum. Roma'da belli başlı Avrupa Milletleri'nin sefaretlerinden başka birer de akademileri var. Buralarda İtalya'ya tahsile gelen kendi talebeleri gayet müsait şartlarda kalabildikleri gibi salonlarında sergiler açmak, konserler vermak imkanlarını da buluyorlar. Akademilerde konferanslar veriliyor, filmler oynatılıyor, broşürler afişler dağıtılıyor. Ve en mühimi bütün bu faaliyet sadece muayyen tabakaları değil fakat geniş halk kütlelerini hedef tutuyor. Halkın gelmesi beklenmiyor. Halkın ayağına gidiliyor.
Biliyorum, bu henüz bizim için gerçekleşmesi belki de hayal olan bir düşüncedir. Ama Roma gibi koskoca bir kültür merkezinde, bir kültür ataşeliği de olsun ihdas edemez miyiz?

Marilyn Kraliçe Huzurunda

16 Kasım 1956 tarihli Hafta Dergisinden
MARILYN KRALİÇE HUZURUNDA * Son çevirdiği filminin Londra'da gösterilmesi münasebetiyle, Kraliçe Elizabeth II Marilyn Monroe'yu tebrik etmiştir. Resmimiz bu merasim esnasında alınmıştır.

12.08.2007

Aşk Pınarı

Bir yanardağ taşır gibi kalbimde taşırken sevgini,
Gecelerim lacivertti,
Gözlerine baktıkça...
Döküldükçe göksüme
Güneş ışığı gibi saçların,
Gözlerimde sezdiğin,
Gerçi birer gizli dertti,
Fakat, gecelerim yine lacivertti...
Ondördünde başlayıp dağıtmaya,
Yirmisinde bana gelen,
Dudaklarının tadı,
Yüzlerce erkeği bana hatırlatmadı...
Sanki bir beyaz zambaktın,
Ve bendim onu ilk koklayan...
Bugün benimsen,
Biliyorum ki, bir başkasınındın yarın,
Bir orospu idin...
Bu, bir hakikatti,
Fakat, gecelerim yine lacivertti...
Siyah kirpikli mavi gözlerin
Ve yumuşak ellerin,

Okşadıkça beni...
Kimse anlamadı seni,
Ve benim içimdekini,
Kimse ermedi sırrına bu felsefenin
Orospu,
Çölde bir pınardır,
Dağıtır tadını susamışlara...
Kanmayan döner, döner içer,
Bazı da bekleşenler olur,
Aynı tastan içmek için...
Ne çıkar,
Böyle bir pınar başında,
Ve onun mermer taşında
Yaslanıp kaldımsa...

07.04.1964 tarihli Peri Magazinden

Maksim Gazinosu'nda

07.04.1964 tarihli Peri Magazin arka kapağı

15.07.2007

Radyo Haftası

14 Kasım 1953 tarihli Cennet Dergisi arka kapağı

İki Sevdiğiniz Yıldızın Ayrı Cephesi

8 Ocak 1955 tarihli Magazin Dergisinden

İki Sevdiğiniz Yıldızın Ayrı Cephesi

Yanda gördüğünüz Meral Ülkü, Şehir Tiyatrosu artistlerinden Gönül Ülkü'nün kızkardeşidir. Tip ve vücut bakımından ne kadar kardeşine benzerse, huy bakımından da o kadar birbirlerinin aynıdır.
Meral Ülkü, bu yıl Hürriyet Uğrunda adlı bir film çevirdi. Resim, bu filmden bir sahneyi gösteriyor. Kardeş Prodüksiyon'un bu seneki repertuarında yer alan Hürriyet Uğrunda'da Meral Ülkü'den başka Bülend Ufuk, İnci Birol, Muharrem Gürses, Renan Fosforoğlu ve Vedat Karaokçu da rol almış bulunmaktadır.


İnci Birol'u çoğumuz sadece dansöz olarak tanırız. Halbuki İnci Birol'un bilmediğimiz daha birçok tarafları vardır. Mesela; bunlardan birisi; İnci Birol'un vatanına, milliyetine ve hürriyetine çok düşkün olmasıdır. İnci Birol'u yandaki resimde, son çevirdiği "Hürriyet Uğrunda" adlı filmin bir sahnesinde, filmin hem rejisörü hem de artisti olan Muharrem Gürses'le birarada görüyorsunuz. İnci Birol, Kardeş Film'in prodüksiyonu olan bu filmde oldukça mühim rollerden birini deruhte etmektedir...

24.06.2007

Kız Babaları Neden Alınıyorlar?

22 Mart 1962 tarihi Hayat Dergisinden

Kız evlat sahibi mi olmak iyidir, erkek evlat sahibi mi? Şüphesiz ikisinin de kendine göre dertleri ve zevkleri var. Evlat için boşuna "Tatlı Bela" dememişler. Allah daima hayırlısını ihsan etsin!

Yazan:ŞEVKET RADO

Kalem de at gibidir, maharetine seyircilerini hayran bırakması için mutlaka iyi kullanılmak ister. Beyaz kağıtlar üzerinde kalemi koştururken dikkati elden bırakmamak lazım. Yolunuzun üzerindeki çukurlara dikkat etmediniz mi, tökezler ve zaman olur, sizi üzerinden yere atıverir.
Geçenlerde, Sohbet Köşesinde, babaların kızlarını evlendirirken zor durumlara düştüklerini anlatan satırları yazdığım sırada kalemim sürçmüş, muhterem okuyucularımdan bazıları, bilhassa kız babası olanlarla genç kızlar bana gücenmişler. Telefonlarla, mektuplarla, hatta bizzat gelerek beni uyardılar. Hatanın nereden geldiğini anlatmadan evvel bu mevzu etrafında Ankara'dan aldığım bir güzel mektubu okumanızı rica edeceğim. Ankara'daki gençlik yıllarımdan beni tanıdığı anlaşılan pek muhterem okuyucum Hurşit Kemal Bey herhalde bir kız babası olmalı. Mektubunda yer alan, şahsım hakkındaki pek iltifatkar cümleleri kendime saklıyarak bilhassa kız babalarını layık oldukları mevkie çıkaran kısımları aşağıya alıyorum. Muhterem okuyucumuz diyor ki:
"Hayat mecmuasının 22 Şubat tarihli sayısında "Babaların zor durumu" başlığı altında yazdığınız makaleyi zevkle okudum. Ancak bu yazıdaki bir cümlecik beni hiç de itiyadım olmadığı halde, sizi bu şekilde rahatsız etmeme sebep oldu.
Diyorsunuz ki: "... Ben de bir kız babası olsaydım -ki çok şükür değilim- düşünürdüm doğrusu..." Bu makalenizdeki noktai nazarın münakaşasına girecek değilim. Bendeniz, şu parantez içerisinde yazdığınız: "ki çok şükür değilim" sözlerine takıldım. Demek ki kız çocuğunuz yok ve Allah'ın size kız çocuğu vermediğine şükrediyorsunuz! Siz arzu ettiğinize nail olduğunuz için hakikaten tebrike layıksınız. Arzunuza kavuştuğunuzu görmek beni de çok mütehassis etti, fakat sizin bu makalenizi okudukları zaman, kız babalarının hepsi benim gibi düşünmeyebilirler. Tanrı sizi çok seviyor ve arzunuzu yerine getiriyor! Fakat ya muhterem annenizin babası, ya da muhterem refikanızın babaları, sizin isteğinizde bulunsalar da Tanrı dediklerini yerine getirmiş olsaydı siz nerede olurdunuz?
Erkek babası olmak
Hiç unutmam, Amerika'daki meşhur Sing-Sing Cezaevini geziyorduk. Bu hapishanenin müdürü bir profesördür. Bizim ziyaret ettiğimiz gün cezaevinde bir hadise olmuş. Oğlunu cezaevinde ziyarete gelen ihtiyar bir baba, üzüntüden geçirdiği kalp krizi sonunda orada ölmüş, ölürken de: "Keşke oğlum olmasaydı!" demiş. O gün bu hadiseyi pek acıklı bir dille anlattıkları için hafızamda çakılı kaldı. Sizin "Çok şükür kız babası değilim" sözünüzü okurken cezaevinde oğlunu ziyarete gittiği sırada ölen ihtiyar, talihsiz babanın son sözleri kulağımda adeta çınladı. Tanrı daima hayırlısını ihsan etsin.
Misalleri ta Amerika'dan almaya elbette lüzum yok. Babasını, anasını içki, kumar, aşk yüzünden öldüren erkek evlatları sık sık gazetelerimizde de görülüyor. Bilmem şaire hak vermemek doğru olur mu? Sizi sıkmazsam birkaç beytini yazayım:
Hayatı siz benim gözümle seyredin gülersiniz!
Müessir biz mi sandınız, hayır hata edersiniz.
Safa, cefa, zeka, deha, şeref, cehalet, ilm-ü fen
Tesadüfen, tesadüfen, tesadüfen, tesadüfen.
Tesadüfen bu çehre parlıyor, o çehre kapkara
Tesadüfen bu mutena, tesadüfen o maskara!
Herşeyi tesadüfe bağlamak, elbette imkansız, fakat hayatın akışı içinde karşılaştığımız öyle şeyler oluyor ki, şairin yazdıklarını kabul etmek lazım. Bırakın yakın misalleri, sizi maziye çekeyim. 1935 yılı sonları. 1936'nın ilk ayları. Ankara Ceza Mahkemesinde Atatürk'e suikast davası görülüyor. Bu davayı Akşam Gazetesinin Ankara muhabiri olarak siz de takip ediyordunuz. İstiklal Mahkemelerinin hakimi maznun sandalyesinde idi. Ali Saip mahkemede gözyaşları içinde şöyle bağırıyordu: "Dün güneş içinde idim, bugün bir hücrenin karanlıkları içinde boğuluyorum!" Arzettiğim gibi arkamıza dönüp bakınca, omuzlarımızın üzerindeki kadar yakın maziden misalleri zikretmeye lüzum yok tabii. Esasen mevzudan ayrıldım. Bazan kalem insanları nerelere sürüklüyor. Dil daha baskın gibi gelir! "Elini, dilini, gözünü sıkı tut" derler ya! "Elini" sözü "kalemi" de içine alıyor galiba!
Muhterem Şevket Bey'le bir yarenlik edelim dedik. Bir kız babası olsaydınız, ben de bu perişan satırları yazmayacaktım.
Halka hitap eden yazılarınızda kız babalarının gönlünü alırsanız, müteşekkir kalırız. Peygamberimizin erkek evladı olmamasından dolayı kız babalarının gönlü zaten alınmıştır, demeyeceğim. Gönlüm istiyor ki, siz aynı mecmuada kendi kaleminizle bu işi yapın.
Kız babaları
Muhterem okuyucumuzun lütfettiği bu mektubu çok güzel olduğu için sizlere okutmaktan kendimi alamadım. Eğer ben hakikaten kız babası olmaktan hoşlanmayan, bunu talihsizlik sayan biri olsaydım, bu güzel mektup, üstelik taşıdığı mantıki delillerle bana karşı haklı da olacaktı. Ben o yazımda, şimdi itiraf edeyim, kalemimi iyi kullanamadığımı kabul ediyorum. "Çok şükür kız babası değilim" derken yalnız evlendirme anı geldiği zaman kız babalarının düştükleri müşkül durumu gözümün önüne getirmiştim. Her baba, gözü gibi sakınarak büyüttüğü sevgili kızını evlendirirken onu horlamayacak, yumuşak bir ele teslim etmek ister. Ne yazık ki uzun düşüncelerden, hesaplardan, tedbirlerden sonra bile olsa bu elin nasıl bir el olduğunu önceden kestirmek kabil değildir. Yavrusunun kırıp döküldüğünü, yerden yere çarpılarak parçalandığını görmek bir baba için çok hazin bir şeydir. Ama kız bir kere baba evinden çıktıktan sonra mukadder olan hayatını kendi başına yaşayacaktır. Etrafından hiçbir yardım görmeden mücadeleyi tek başına kabul etmeye mecburdur. Çünkü babası onu tekrar geri alıp eski mutena yerine koymak imkanını kaybetmiştir. Ona ancak sevgili yavrusunu uzaktan seyredip kahrolmak düşer.
Kahrolmak ve hiçbir şey yapamamak! İşte yazımda, bir babanın bu acıklı halini gözümün önüne getirdiğim zaman kalemim sürçmüş ve "Çok şükür kız babası değilim" demekten kendimi alamamışım. Çünkü aynı durumda erkek evlat için babalar böyle endişelere pek kapılmıyorlar.
Ama gene şükredelim ki her kız evlenirken böyle bir tehlikeye maruz değildir. Ekserisi pek güzel izdivaçlar yaparak baba ocağında olduğundan daha mesut bir hayata, hatta bazan babanın ellerinden daha yumuşak ellere geçerler. O zaman da doğrusu kız babası olmanın keyfine doyum olmaz. Çoluk çocuğa karışmış, mesut ve çok iyi bir anne olmuş kızlarını seyreden babaların bahtiyarlığına cidden hudut yoktur.
Mıhterem okuyucumuz yazdığı pek güzel mektubuyle kız babalarını esasen teselli etmiş olduğu için bu vadide benim fazla kalem oynatmama pek lüzum yok sanıyorum. Yeniden bir sürçme olmasın diye bahsi burada kapatırken bütün evlenme çağındaki kızlara mesut izdivaçlar ve kız evlat sahibi babalara da torunlarıyla güle oynaya geçecek uzun ve bahtiyar yıllar temenni ederim.

Beyaz Ev'in Yeni Kadını

9 Şubat 1961 tarihli Hayat Dergisinden

Amerika'nın yeni Başkanı John F. Kennedy eşi Jacqueline ile her bakımdan anlaşabiliyor mu?
"İnsan saadeti istediği zaman istediği yerde elde edemez. Onun için ben de artık aldırmıyorum. Birçokları ertesi sabahın neler getireceğini düşünerek yaşadıkları günü boş yere zehirliyorlar. Bu hususta Jack'tan epey şeyler öğrendim."
Bu sözleri, henüz Amerika'nın 1 numaralı hanımı olmadan önce Jacqueline Bouver Kennedy söylüyordu. Amerika Birleşik Devletleri'nin 35. Cumhurbaşkanı olan Jack (John) Kennedy'ye gelince, 10 yıla yakın bir zamandan beri kendini tamamiyle politikaya veren bu genç ve dinamik başkan da, aile ve dost çevresinde kısaca Jackie diye tanınan karısından epey şeyler öğrenmiştir.
Kennedy'ler hiç şüphesiz mesut bir ailedir. Amerika gibi dev bir memlekette bir insanın sahip olabileceği ve erişebileceği bütün nimetlere kavuşmuş bulunuyorlar. Ün, servet, aile saadeti ve muazzam bir kitlenin sevgi ve güveninden doğan huzur... Hepsi, hepsi şimdi onların.
Bununla beraber Jackie ve Jack gerçekten mesut mu?
Bütünü ile buna "Evet" diye cevap vermek gerekir ama teferruat üzerinde durulunca karı-koca arasında oldukça büyük farklı taraflar bulunduğu anlaşılacaktır.
Jack, genel olarak bir sandviç yemekle ve bir kokakola içmekle yetinen adamdır. Jackie ise şampanya ve kaz ciğerine bayılır. Fransız yemeklerine son derece düşkündür. Jack sanattan, sanatçılardan ve sanat çevrelerinden pek hoşlanmaz. Karısı aksine sanatçılarla beraber bulunmaya ve resimden, şiirden, plastik sanatlardan uzun uzun konuşmaya bayılır. Başkan, geniş halk topluluklarının karşısına çıkmaya, kitlelere hitabetmeye alışıktır, üstelik bundan sonsuz bir zevk duyar. Jackie ise ancak samimiyetine güvendiği kimselerle, o da fazla kalabalık olmamak şartiyle, bir arada bulunmayı tercih eder. Jack, sadece Amerikan tarihini, Jackie ise Baudelairei okur. 1 hafta içinde 4-5 edebi roman devirdiği olur. Okuduğu kitaplar arasında ünlü Fransız kadın romancısı Coletteten tutun da son yılların genç romancıları arasında önderlik durumunda bulunan ve Ezik Kuşak denilen gençliği temsil eden Kerouacın romanları vardır.
Son zamanlara kadar bu uyuşmazlıklar genç karı-koca arasında belirli bir şekilde mevcuttu. Hem o kadar mevcuttu ki bir ara bu yüzden boşanacakları dedikodusu bile çıkmıştı.
Ama bu yalnız dedikodu olarak kaldı, hiçbir zaman gerçekleşmedi.
Çünkü Jack ve Jackie her ikisi de kuvvetli şahsiyet sahibi insanlardır ve hem fert olarak, hem de toplumdaki durumları bakımından sorumluluklarını tam manasıyle müdriktirler.
Yukarıda belirttiğimiz farklı tarafları bazı insanlarda korkunç kompleksler yaratabilir. Oysa Kennedy'ler kuvvetli karakterleriyle bütün bu teferruatı bertaraf etmesini bildiler. Jacqueline kocasının siyasi faaliyetleri ile daha yakından ilgilenmeye başladı. Hatta politikadan hoşlanmadığı halde cumhurbaşkanlığı kampanyası boyunca eşinin sekreterliğini yaptı, bütün seyahatlerinde mecbur kalmadıkça 1 gün dahi onu yalnız bırakmadı, hem manevi hem de maddi bakımdan kocasını destekledi. Buna karşılık Jack, karısının zevk duyduğu şeylere karşı ilgi göstermesini bildi. Soyut ressamlerın açtıkları sergilere bile gitti. Karısı sayesinde daha şık giyinmeye alıştı. Artık bu mesut kar-koca bunlara benzer birçok konularda gayet iyi anlaşıyorlar. Şimdi sofralarında sanat konularına geniş yer veriliyor ve konuşmalar çoğu zaman politika yorumlariyle sona eriyor.
Yeni rolüne başlamadan önce Beyaz Ev hakkında yazılmış olan kitaplardan çoğunu okuyan Jacqueline, bu yerin hemen hemen bütün özelliklerini biliyordu. Ağır başlı bir havanın hakim olduğu ve Amerikan Cunhurbaşkanlarının 4 yıl misafir bulundukları Beyaz Ev'in her tarafına Jackie'nin modern tablolar asacağı rivayeti çıktığı zaman genç kadın bunu şu sözlerle tekzip etmişti:
-Beyaz Ev, 18. ve 19. yüzyılların evidir ve o devirlerin havası içinde muhafaza edilmesi gerekir. Herhangi bir kimse burasını güzelleştirmeye kalkışsa bile ancak içeride şuraya buraya o devirlere uygun eşyalar serpiştirmek suretiyle bu güzelliği sağlayabilir.
Buna rağmen Beyaz Ev'de bazı değişiklikler pek tabii olacaktır. Mesela adeta otomat gibi çalışan birçok memurlar şahsiyetlerini bulacaklar ve yaptıkları işlerin gözle görülür monotonluğu asgari hadde inecektir. Yemekler daha samimi bir hava içinde yenecek, sofraya Fransız Mutfağı hakim olacaktır. Beyaz Ev'e gelecek misafirler arasında da gerek çevre, gerek karakter bakımından birbirlerinden farklı kimselere rastlanacaktır. Bunların arasında sanatçılar, yazarlar, profesörler bulunacak ve bütün bu insanlar siyaset adamları ve diplomatlarla kaynaşacaktır.
Birçok şeyleri kendi lehine çevirebilmiş olmasına rağmen Jacqueline, Beyaz Ev'deki görevinin altından nasıl kalkabileceğini bazan kara kara düşünmektedir. Hatta geçenlerde bir an paniğe kapılmış ve bir arkadaşın şu itirafta bulunmuştur: "Hep çocuk doğuracağım, başka çıkar yolu yok bunun!"
Bütün bunlara rağmen Eisenhower'in başkentten ayrılması ile Beyaz Ev'e Kennedy'lerle beraber gençlik ve tam bir anlaşma havasının estiği tatlı bir huzur girmiş olduğu muhakkak! O kadar ki, tam manasiyle tipik bir Amerikan ailesinin ferdi olan Jack Kennedy şimdi Beyaz Ev'in mutfağına eşinin arzusu ile giren Fransız şarabına ve ince Fransız yemeklerine bile iltifat etmeye başlamış bulunuyor. Protokol Kennedy'leri sıkacak ama saadetleri devam edecektir.