24.06.2007

Kız Babaları Neden Alınıyorlar?

22 Mart 1962 tarihi Hayat Dergisinden

Kız evlat sahibi mi olmak iyidir, erkek evlat sahibi mi? Şüphesiz ikisinin de kendine göre dertleri ve zevkleri var. Evlat için boşuna "Tatlı Bela" dememişler. Allah daima hayırlısını ihsan etsin!

Yazan:ŞEVKET RADO

Kalem de at gibidir, maharetine seyircilerini hayran bırakması için mutlaka iyi kullanılmak ister. Beyaz kağıtlar üzerinde kalemi koştururken dikkati elden bırakmamak lazım. Yolunuzun üzerindeki çukurlara dikkat etmediniz mi, tökezler ve zaman olur, sizi üzerinden yere atıverir.
Geçenlerde, Sohbet Köşesinde, babaların kızlarını evlendirirken zor durumlara düştüklerini anlatan satırları yazdığım sırada kalemim sürçmüş, muhterem okuyucularımdan bazıları, bilhassa kız babası olanlarla genç kızlar bana gücenmişler. Telefonlarla, mektuplarla, hatta bizzat gelerek beni uyardılar. Hatanın nereden geldiğini anlatmadan evvel bu mevzu etrafında Ankara'dan aldığım bir güzel mektubu okumanızı rica edeceğim. Ankara'daki gençlik yıllarımdan beni tanıdığı anlaşılan pek muhterem okuyucum Hurşit Kemal Bey herhalde bir kız babası olmalı. Mektubunda yer alan, şahsım hakkındaki pek iltifatkar cümleleri kendime saklıyarak bilhassa kız babalarını layık oldukları mevkie çıkaran kısımları aşağıya alıyorum. Muhterem okuyucumuz diyor ki:
"Hayat mecmuasının 22 Şubat tarihli sayısında "Babaların zor durumu" başlığı altında yazdığınız makaleyi zevkle okudum. Ancak bu yazıdaki bir cümlecik beni hiç de itiyadım olmadığı halde, sizi bu şekilde rahatsız etmeme sebep oldu.
Diyorsunuz ki: "... Ben de bir kız babası olsaydım -ki çok şükür değilim- düşünürdüm doğrusu..." Bu makalenizdeki noktai nazarın münakaşasına girecek değilim. Bendeniz, şu parantez içerisinde yazdığınız: "ki çok şükür değilim" sözlerine takıldım. Demek ki kız çocuğunuz yok ve Allah'ın size kız çocuğu vermediğine şükrediyorsunuz! Siz arzu ettiğinize nail olduğunuz için hakikaten tebrike layıksınız. Arzunuza kavuştuğunuzu görmek beni de çok mütehassis etti, fakat sizin bu makalenizi okudukları zaman, kız babalarının hepsi benim gibi düşünmeyebilirler. Tanrı sizi çok seviyor ve arzunuzu yerine getiriyor! Fakat ya muhterem annenizin babası, ya da muhterem refikanızın babaları, sizin isteğinizde bulunsalar da Tanrı dediklerini yerine getirmiş olsaydı siz nerede olurdunuz?
Erkek babası olmak
Hiç unutmam, Amerika'daki meşhur Sing-Sing Cezaevini geziyorduk. Bu hapishanenin müdürü bir profesördür. Bizim ziyaret ettiğimiz gün cezaevinde bir hadise olmuş. Oğlunu cezaevinde ziyarete gelen ihtiyar bir baba, üzüntüden geçirdiği kalp krizi sonunda orada ölmüş, ölürken de: "Keşke oğlum olmasaydı!" demiş. O gün bu hadiseyi pek acıklı bir dille anlattıkları için hafızamda çakılı kaldı. Sizin "Çok şükür kız babası değilim" sözünüzü okurken cezaevinde oğlunu ziyarete gittiği sırada ölen ihtiyar, talihsiz babanın son sözleri kulağımda adeta çınladı. Tanrı daima hayırlısını ihsan etsin.
Misalleri ta Amerika'dan almaya elbette lüzum yok. Babasını, anasını içki, kumar, aşk yüzünden öldüren erkek evlatları sık sık gazetelerimizde de görülüyor. Bilmem şaire hak vermemek doğru olur mu? Sizi sıkmazsam birkaç beytini yazayım:
Hayatı siz benim gözümle seyredin gülersiniz!
Müessir biz mi sandınız, hayır hata edersiniz.
Safa, cefa, zeka, deha, şeref, cehalet, ilm-ü fen
Tesadüfen, tesadüfen, tesadüfen, tesadüfen.
Tesadüfen bu çehre parlıyor, o çehre kapkara
Tesadüfen bu mutena, tesadüfen o maskara!
Herşeyi tesadüfe bağlamak, elbette imkansız, fakat hayatın akışı içinde karşılaştığımız öyle şeyler oluyor ki, şairin yazdıklarını kabul etmek lazım. Bırakın yakın misalleri, sizi maziye çekeyim. 1935 yılı sonları. 1936'nın ilk ayları. Ankara Ceza Mahkemesinde Atatürk'e suikast davası görülüyor. Bu davayı Akşam Gazetesinin Ankara muhabiri olarak siz de takip ediyordunuz. İstiklal Mahkemelerinin hakimi maznun sandalyesinde idi. Ali Saip mahkemede gözyaşları içinde şöyle bağırıyordu: "Dün güneş içinde idim, bugün bir hücrenin karanlıkları içinde boğuluyorum!" Arzettiğim gibi arkamıza dönüp bakınca, omuzlarımızın üzerindeki kadar yakın maziden misalleri zikretmeye lüzum yok tabii. Esasen mevzudan ayrıldım. Bazan kalem insanları nerelere sürüklüyor. Dil daha baskın gibi gelir! "Elini, dilini, gözünü sıkı tut" derler ya! "Elini" sözü "kalemi" de içine alıyor galiba!
Muhterem Şevket Bey'le bir yarenlik edelim dedik. Bir kız babası olsaydınız, ben de bu perişan satırları yazmayacaktım.
Halka hitap eden yazılarınızda kız babalarının gönlünü alırsanız, müteşekkir kalırız. Peygamberimizin erkek evladı olmamasından dolayı kız babalarının gönlü zaten alınmıştır, demeyeceğim. Gönlüm istiyor ki, siz aynı mecmuada kendi kaleminizle bu işi yapın.
Kız babaları
Muhterem okuyucumuzun lütfettiği bu mektubu çok güzel olduğu için sizlere okutmaktan kendimi alamadım. Eğer ben hakikaten kız babası olmaktan hoşlanmayan, bunu talihsizlik sayan biri olsaydım, bu güzel mektup, üstelik taşıdığı mantıki delillerle bana karşı haklı da olacaktı. Ben o yazımda, şimdi itiraf edeyim, kalemimi iyi kullanamadığımı kabul ediyorum. "Çok şükür kız babası değilim" derken yalnız evlendirme anı geldiği zaman kız babalarının düştükleri müşkül durumu gözümün önüne getirmiştim. Her baba, gözü gibi sakınarak büyüttüğü sevgili kızını evlendirirken onu horlamayacak, yumuşak bir ele teslim etmek ister. Ne yazık ki uzun düşüncelerden, hesaplardan, tedbirlerden sonra bile olsa bu elin nasıl bir el olduğunu önceden kestirmek kabil değildir. Yavrusunun kırıp döküldüğünü, yerden yere çarpılarak parçalandığını görmek bir baba için çok hazin bir şeydir. Ama kız bir kere baba evinden çıktıktan sonra mukadder olan hayatını kendi başına yaşayacaktır. Etrafından hiçbir yardım görmeden mücadeleyi tek başına kabul etmeye mecburdur. Çünkü babası onu tekrar geri alıp eski mutena yerine koymak imkanını kaybetmiştir. Ona ancak sevgili yavrusunu uzaktan seyredip kahrolmak düşer.
Kahrolmak ve hiçbir şey yapamamak! İşte yazımda, bir babanın bu acıklı halini gözümün önüne getirdiğim zaman kalemim sürçmüş ve "Çok şükür kız babası değilim" demekten kendimi alamamışım. Çünkü aynı durumda erkek evlat için babalar böyle endişelere pek kapılmıyorlar.
Ama gene şükredelim ki her kız evlenirken böyle bir tehlikeye maruz değildir. Ekserisi pek güzel izdivaçlar yaparak baba ocağında olduğundan daha mesut bir hayata, hatta bazan babanın ellerinden daha yumuşak ellere geçerler. O zaman da doğrusu kız babası olmanın keyfine doyum olmaz. Çoluk çocuğa karışmış, mesut ve çok iyi bir anne olmuş kızlarını seyreden babaların bahtiyarlığına cidden hudut yoktur.
Mıhterem okuyucumuz yazdığı pek güzel mektubuyle kız babalarını esasen teselli etmiş olduğu için bu vadide benim fazla kalem oynatmama pek lüzum yok sanıyorum. Yeniden bir sürçme olmasın diye bahsi burada kapatırken bütün evlenme çağındaki kızlara mesut izdivaçlar ve kız evlat sahibi babalara da torunlarıyla güle oynaya geçecek uzun ve bahtiyar yıllar temenni ederim.

Beyaz Ev'in Yeni Kadını

9 Şubat 1961 tarihli Hayat Dergisinden

Amerika'nın yeni Başkanı John F. Kennedy eşi Jacqueline ile her bakımdan anlaşabiliyor mu?
"İnsan saadeti istediği zaman istediği yerde elde edemez. Onun için ben de artık aldırmıyorum. Birçokları ertesi sabahın neler getireceğini düşünerek yaşadıkları günü boş yere zehirliyorlar. Bu hususta Jack'tan epey şeyler öğrendim."
Bu sözleri, henüz Amerika'nın 1 numaralı hanımı olmadan önce Jacqueline Bouver Kennedy söylüyordu. Amerika Birleşik Devletleri'nin 35. Cumhurbaşkanı olan Jack (John) Kennedy'ye gelince, 10 yıla yakın bir zamandan beri kendini tamamiyle politikaya veren bu genç ve dinamik başkan da, aile ve dost çevresinde kısaca Jackie diye tanınan karısından epey şeyler öğrenmiştir.
Kennedy'ler hiç şüphesiz mesut bir ailedir. Amerika gibi dev bir memlekette bir insanın sahip olabileceği ve erişebileceği bütün nimetlere kavuşmuş bulunuyorlar. Ün, servet, aile saadeti ve muazzam bir kitlenin sevgi ve güveninden doğan huzur... Hepsi, hepsi şimdi onların.
Bununla beraber Jackie ve Jack gerçekten mesut mu?
Bütünü ile buna "Evet" diye cevap vermek gerekir ama teferruat üzerinde durulunca karı-koca arasında oldukça büyük farklı taraflar bulunduğu anlaşılacaktır.
Jack, genel olarak bir sandviç yemekle ve bir kokakola içmekle yetinen adamdır. Jackie ise şampanya ve kaz ciğerine bayılır. Fransız yemeklerine son derece düşkündür. Jack sanattan, sanatçılardan ve sanat çevrelerinden pek hoşlanmaz. Karısı aksine sanatçılarla beraber bulunmaya ve resimden, şiirden, plastik sanatlardan uzun uzun konuşmaya bayılır. Başkan, geniş halk topluluklarının karşısına çıkmaya, kitlelere hitabetmeye alışıktır, üstelik bundan sonsuz bir zevk duyar. Jackie ise ancak samimiyetine güvendiği kimselerle, o da fazla kalabalık olmamak şartiyle, bir arada bulunmayı tercih eder. Jack, sadece Amerikan tarihini, Jackie ise Baudelairei okur. 1 hafta içinde 4-5 edebi roman devirdiği olur. Okuduğu kitaplar arasında ünlü Fransız kadın romancısı Coletteten tutun da son yılların genç romancıları arasında önderlik durumunda bulunan ve Ezik Kuşak denilen gençliği temsil eden Kerouacın romanları vardır.
Son zamanlara kadar bu uyuşmazlıklar genç karı-koca arasında belirli bir şekilde mevcuttu. Hem o kadar mevcuttu ki bir ara bu yüzden boşanacakları dedikodusu bile çıkmıştı.
Ama bu yalnız dedikodu olarak kaldı, hiçbir zaman gerçekleşmedi.
Çünkü Jack ve Jackie her ikisi de kuvvetli şahsiyet sahibi insanlardır ve hem fert olarak, hem de toplumdaki durumları bakımından sorumluluklarını tam manasıyle müdriktirler.
Yukarıda belirttiğimiz farklı tarafları bazı insanlarda korkunç kompleksler yaratabilir. Oysa Kennedy'ler kuvvetli karakterleriyle bütün bu teferruatı bertaraf etmesini bildiler. Jacqueline kocasının siyasi faaliyetleri ile daha yakından ilgilenmeye başladı. Hatta politikadan hoşlanmadığı halde cumhurbaşkanlığı kampanyası boyunca eşinin sekreterliğini yaptı, bütün seyahatlerinde mecbur kalmadıkça 1 gün dahi onu yalnız bırakmadı, hem manevi hem de maddi bakımdan kocasını destekledi. Buna karşılık Jack, karısının zevk duyduğu şeylere karşı ilgi göstermesini bildi. Soyut ressamlerın açtıkları sergilere bile gitti. Karısı sayesinde daha şık giyinmeye alıştı. Artık bu mesut kar-koca bunlara benzer birçok konularda gayet iyi anlaşıyorlar. Şimdi sofralarında sanat konularına geniş yer veriliyor ve konuşmalar çoğu zaman politika yorumlariyle sona eriyor.
Yeni rolüne başlamadan önce Beyaz Ev hakkında yazılmış olan kitaplardan çoğunu okuyan Jacqueline, bu yerin hemen hemen bütün özelliklerini biliyordu. Ağır başlı bir havanın hakim olduğu ve Amerikan Cunhurbaşkanlarının 4 yıl misafir bulundukları Beyaz Ev'in her tarafına Jackie'nin modern tablolar asacağı rivayeti çıktığı zaman genç kadın bunu şu sözlerle tekzip etmişti:
-Beyaz Ev, 18. ve 19. yüzyılların evidir ve o devirlerin havası içinde muhafaza edilmesi gerekir. Herhangi bir kimse burasını güzelleştirmeye kalkışsa bile ancak içeride şuraya buraya o devirlere uygun eşyalar serpiştirmek suretiyle bu güzelliği sağlayabilir.
Buna rağmen Beyaz Ev'de bazı değişiklikler pek tabii olacaktır. Mesela adeta otomat gibi çalışan birçok memurlar şahsiyetlerini bulacaklar ve yaptıkları işlerin gözle görülür monotonluğu asgari hadde inecektir. Yemekler daha samimi bir hava içinde yenecek, sofraya Fransız Mutfağı hakim olacaktır. Beyaz Ev'e gelecek misafirler arasında da gerek çevre, gerek karakter bakımından birbirlerinden farklı kimselere rastlanacaktır. Bunların arasında sanatçılar, yazarlar, profesörler bulunacak ve bütün bu insanlar siyaset adamları ve diplomatlarla kaynaşacaktır.
Birçok şeyleri kendi lehine çevirebilmiş olmasına rağmen Jacqueline, Beyaz Ev'deki görevinin altından nasıl kalkabileceğini bazan kara kara düşünmektedir. Hatta geçenlerde bir an paniğe kapılmış ve bir arkadaşın şu itirafta bulunmuştur: "Hep çocuk doğuracağım, başka çıkar yolu yok bunun!"
Bütün bunlara rağmen Eisenhower'in başkentten ayrılması ile Beyaz Ev'e Kennedy'lerle beraber gençlik ve tam bir anlaşma havasının estiği tatlı bir huzur girmiş olduğu muhakkak! O kadar ki, tam manasiyle tipik bir Amerikan ailesinin ferdi olan Jack Kennedy şimdi Beyaz Ev'in mutfağına eşinin arzusu ile giren Fransız şarabına ve ince Fransız yemeklerine bile iltifat etmeye başlamış bulunuyor. Protokol Kennedy'leri sıkacak ama saadetleri devam edecektir.

3.06.2007

Refik Halid anlatıyor

26 Aralık 1953 tarihli Yeni İnci dergisinden

Üstat yarınki romancı ve hikayecilerimizden pek ümidli
Yazan: Leman ÖZKANGİL
San'at aleminde, elinde fırçası, kalem kağıdı derin bir duyuş ve müstesna bir görüşle ruhlarımızı okşayan, zevklerimizi inceltip bizleri coşturan menbaa karşı ta içimizde bir hayranlık duymaz mıyız?
Hele o kimse üstad Refik Halid gibi yıllar yılı sürükleyici, yumuşacık uslubu ve güzel Türkçesi ile içimize akıvermesini bilmişse.
Onu, kendi ölçülerimizde çizip hayalimizde yaşatmaz mıyız?
İşte Refik Halid'i ben bugünkü konuşmamızdan evvel bu kadar tanıyordum.
Hayalhanemde hiçbir yıkıntı yapmayan üstadı, gururlu diyemiyeceğim fakat lüzumsuz tevazudan uzak samimi bir hava içinde buldum.
O, kendisini pencere önündeki koltuğun rahatlığına bırakmış, konuşmamı bekliyordu. Benimse 19 yaşında yazı alemine atılıp, Kirpinin Dedikleri isimli ilk mizahi yazıları ile şöhretini yapıveren bu tanınmış romancımızla konuşacak çok şeylerim vardı. Bilhassa en popüler eseri olan Nilgün'ün filme alınacağını işittiğim zaman içimde bir hüzün duymuştum, acaba diye ve aylarca evvel de kendisini bu mevzuda görüp konuşmak istemiş fakat münasip bir fırsat bulamamıştım. Meğer kısmet bugüne imiş. Bunun için ilk sualim bu oldu. Benim arzum ve günün mevzuu: Nilgün.
-Bugüne kadar çevrilen yerli filmlerin durumları herhalde sizin de malumunuzdur. Son senelerin en çok beğenilen eserlerinden biri olan Nilgün, sizce filme alınınca kıymet ve değerinden acaba kaybetmez mi? Yoksa roman olarak kazandığı sükseyi film olarak da yapar mı dersiniz?
Cevabı bu mevzuda endişesiz olduğunu gösteriyordu:
-Bugünkü teknik imkanların; bir eseri tam olarak aksettirmesine imkan göremiyorum. Fakat bence film başka, eser başkadır. Film devrini bir mevsimde bitirir, eser kalır. Bu itibarla muharririn gerek senaryo gerek film çevrilişinde bile kendisini boş yere yormasını doğru bulmuyorum.
-Son senelerde moda haline gelen tarihi filmlerimiz hakkında ne düşünüyorsunuz?
İşte üstad buna tamamen muarızdı.
-Hayır, dedi. Bugünkü şartlar altında biz tarihi film çeviremeyiz! Geçen sene elimden geldiği kadar bu çeşit filmlerin çevrilmemesi için mücadele ettim. Bu sene de bunun kısmen olsun mükafatını gördük.
O, bu acelecilikten şikayetçi idi ama yarına pek ümitsiz bakmıyor:
-Zamanı gelince bunlar da yapılacak, ancak para sarfedilerek ve ehline bırakılarak. Zira Türk Tarihinde vukufu olmayanların bu işe kalkışmaları gülünç oluyor.
Endişesi bu. Cidden Refik Halid Beyin haklı mücadelesi sayesinde bu mevsim Safiye Sultan'dan başka tarihi film çevrilmeyişi filmciliğimizin manevi bir kazancı olarak kabul edebiliriz.
Mevzumuz biraz sonra da tiyatro oluyor. Küçük Sahne sevilmiş romancımızı her hali ile çekiyor olmalı ki:
-Bugünkü tiyatroyu nasıl buluyorsunuz? Sualime şu cevabı veriyor:
-Geçen seneyi elimize alacak olursak, Küçük Sahne dar kadrosu ve mahdut eserleri ile, Şehir Tiyatrolarından daha verimli olmuştur. Şehir Tiyatrosu dekor masrafı ve kadro yüklülüğü yüzünden gelirini temin edememeye mahkumdur. Bu sinema asrında Şehir Tiyatrosunun yapacağı dekor, gözleri doyurmaya yetmez. Seyircileri az eşhaslı fakat özlü piyeslere alıştırmak lazımdır.
Üstad, bilhassa Küçük Sahnede geçen sene oynanan Arpa Anbarı'nı çok beğenmiş. Başrolde oynayan Münir Özkul'dan da taktirle bahsetti.
Salonun döşenmesinde olduğu kadar, göz alabildiğine uzanan manzarada da bir iç açıcılık, bir ferahlık var. Bu iç açıcılık ve ferahlık içinde böylece konuşurken gözlerim duvarları süsleyen tablolar üzerinde de ayrı hislerle dolaşıyor. Bu güzel eserleri hayranlıkla seyrettiğimi gören Refik Halid Bey, lütfedip hepsi hakkında kısa birer tarihçe yapıyor.
En çok beğendiklerimden birisi meyve ve çiçek tablosu idi ki bu merhum Zekai Paşanınmış.
Diğerleri de meşhur ressamların cidden güzel eserleri. Fakat bu kadar çok tablo arasında yeni ressamların bulunmayışı nazarı dikkatimi çekmişti. Bunu üstada sormadan yapamadım.
-Göremiyorum, yeni ressamların eserleri yok mu sizde?
Bu sualin cevabı, bugünkü resim hakkındaki fikri idi.
-Ben bugünkü resmin zevkini alamadım da ondan!
Bu gençlere bir tariz olamazdı. Zira Refik Halid gençlerden her mevzuuda ümitli. Bilhassa hikayecilikte.
Kendisine "Genç romancılarımızı nasıl buluyorsunuz?" dediğim vakit yüzü kalın çerçeveli gözlükleri altında memnuniyet ve güvenle parlayıverdi:
-Hepsinin içinde biraz birşey buluyorum fakat henüz tamamen tatmin edici olmayışları belki de benim eskiye bağlılığımdan, tiryakiliğimden. Yalnız şunu iftiharla söylemeliyim ki memlekette bir hikayecilik faaliyet başladığına çok memnunum. Bir müddetten beri bunları alaka ile takip ediyor ve beğeniyorum. Devir onların, bizim yapamadıklarımızı onlar yapacak ve bizi dünya
edebiyatı arasına onlar sokacak.
İsabetli bir görüş ve iyi bir temenni fakat bir yazarın yetişip yaşayabilmesi için büyük bir okuyucu kitlesine dayanması şart! Ancak Nilgün gibi en çok satılan bir eserin bile 5000 satış yapışı bizde kitap okumanın garba nazaran çok düşük olduğunu gösteriyor. Acaba neden?
Bunu Refik Halid gibi sadece kalemi ile geçinen bir romancıya sormak yerinde olurdu.
-Evet, dedi. Garba nazaran bizde az kitap okunuşu bir hakikat, bunu eksik taraflarımızdan biri olarak kabul etmekle beraber kitaplarımızın pahalı satılışının da bir payı olduğunu unutmamak lazımdır.
-İlk olarak "Yerin Altında Dünya Var" isimli eserinizle piyasaya çıkan ucuz "pocked book"lar için ne düşünüyorsunuz?
-Dünyanın her yerinde bu böyledir. Nitekim tahminlerin fevkinde bir sürüm yaptı.
Dişi Örümcek ve Kadınlar Tekkesi'nin de bu neşriyata dahil olacağını söyleyen üstada, tatlı sohbeti arasında nasıl ve niçin yazdığını da soruverdim.
Güldü:
-Evvela zevkimi tatmin ettiği için yazıyorum ve tuttuğu için de başka meslek seçmiyorum. Nasıl yazdığıma gelince: Edebiyat ve san'at titizliğim yoktur. Büyük gayelerle dünya çapında eserler yazmayı da düşünerek yazmam.
-Sizce eserlerinizin hususiyetleri nedir?
-Yazdığım yazıların Türkçesi güzel, roman tekniği kuvvetlidir ama değeri nedir bilmem. Romanın ders kitabı olduğu kanaatinde olmadığım için de, içine ukalaca ilim sokup okuyucularımı sıkmak istemem.
Konuşmamız romancımızın hususiyetlerine intikal etmişti. Bu arada kendisine biraz da, kendinizden, zevklerinizden bahsetseniz, dedim. Sıralayıverdi.
-İyi yemek. Bunu biraz da kendim pişiririm. Yürüyüş. Derecesini aşmamak şartı ile çeşitli içki ve sevimli kadın.
Likör kadehlerimiz boşalmıştı, biz üstada vedaya hazırlanırken o konuşmasına:
-Güzel demiyorum, sevimli. Zira güzellik mefhumu hepimiz için başka başka olabilir, fakat sevimlilik bir rüzgardır, herkese tesir eder, diye devam ediyordu.
İç bade güzel sev, var ise aklı şuurun
Dünya var imiş yok imiş ne umurun
Hayyam bu güzel şiiri sanki Refik Halid için söylemiş.