12.08.2007

Aşk Pınarı

Bir yanardağ taşır gibi kalbimde taşırken sevgini,
Gecelerim lacivertti,
Gözlerine baktıkça...
Döküldükçe göksüme
Güneş ışığı gibi saçların,
Gözlerimde sezdiğin,
Gerçi birer gizli dertti,
Fakat, gecelerim yine lacivertti...
Ondördünde başlayıp dağıtmaya,
Yirmisinde bana gelen,
Dudaklarının tadı,
Yüzlerce erkeği bana hatırlatmadı...
Sanki bir beyaz zambaktın,
Ve bendim onu ilk koklayan...
Bugün benimsen,
Biliyorum ki, bir başkasınındın yarın,
Bir orospu idin...
Bu, bir hakikatti,
Fakat, gecelerim yine lacivertti...
Siyah kirpikli mavi gözlerin
Ve yumuşak ellerin,

Okşadıkça beni...
Kimse anlamadı seni,
Ve benim içimdekini,
Kimse ermedi sırrına bu felsefenin
Orospu,
Çölde bir pınardır,
Dağıtır tadını susamışlara...
Kanmayan döner, döner içer,
Bazı da bekleşenler olur,
Aynı tastan içmek için...
Ne çıkar,
Böyle bir pınar başında,
Ve onun mermer taşında
Yaslanıp kaldımsa...

07.04.1964 tarihli Peri Magazinden

Maksim Gazinosu'nda

07.04.1964 tarihli Peri Magazin arka kapağı

15.07.2007

Radyo Haftası

14 Kasım 1953 tarihli Cennet Dergisi arka kapağı

İki Sevdiğiniz Yıldızın Ayrı Cephesi

8 Ocak 1955 tarihli Magazin Dergisinden

İki Sevdiğiniz Yıldızın Ayrı Cephesi

Yanda gördüğünüz Meral Ülkü, Şehir Tiyatrosu artistlerinden Gönül Ülkü'nün kızkardeşidir. Tip ve vücut bakımından ne kadar kardeşine benzerse, huy bakımından da o kadar birbirlerinin aynıdır.
Meral Ülkü, bu yıl Hürriyet Uğrunda adlı bir film çevirdi. Resim, bu filmden bir sahneyi gösteriyor. Kardeş Prodüksiyon'un bu seneki repertuarında yer alan Hürriyet Uğrunda'da Meral Ülkü'den başka Bülend Ufuk, İnci Birol, Muharrem Gürses, Renan Fosforoğlu ve Vedat Karaokçu da rol almış bulunmaktadır.


İnci Birol'u çoğumuz sadece dansöz olarak tanırız. Halbuki İnci Birol'un bilmediğimiz daha birçok tarafları vardır. Mesela; bunlardan birisi; İnci Birol'un vatanına, milliyetine ve hürriyetine çok düşkün olmasıdır. İnci Birol'u yandaki resimde, son çevirdiği "Hürriyet Uğrunda" adlı filmin bir sahnesinde, filmin hem rejisörü hem de artisti olan Muharrem Gürses'le birarada görüyorsunuz. İnci Birol, Kardeş Film'in prodüksiyonu olan bu filmde oldukça mühim rollerden birini deruhte etmektedir...

24.06.2007

Kız Babaları Neden Alınıyorlar?

22 Mart 1962 tarihi Hayat Dergisinden

Kız evlat sahibi mi olmak iyidir, erkek evlat sahibi mi? Şüphesiz ikisinin de kendine göre dertleri ve zevkleri var. Evlat için boşuna "Tatlı Bela" dememişler. Allah daima hayırlısını ihsan etsin!

Yazan:ŞEVKET RADO

Kalem de at gibidir, maharetine seyircilerini hayran bırakması için mutlaka iyi kullanılmak ister. Beyaz kağıtlar üzerinde kalemi koştururken dikkati elden bırakmamak lazım. Yolunuzun üzerindeki çukurlara dikkat etmediniz mi, tökezler ve zaman olur, sizi üzerinden yere atıverir.
Geçenlerde, Sohbet Köşesinde, babaların kızlarını evlendirirken zor durumlara düştüklerini anlatan satırları yazdığım sırada kalemim sürçmüş, muhterem okuyucularımdan bazıları, bilhassa kız babası olanlarla genç kızlar bana gücenmişler. Telefonlarla, mektuplarla, hatta bizzat gelerek beni uyardılar. Hatanın nereden geldiğini anlatmadan evvel bu mevzu etrafında Ankara'dan aldığım bir güzel mektubu okumanızı rica edeceğim. Ankara'daki gençlik yıllarımdan beni tanıdığı anlaşılan pek muhterem okuyucum Hurşit Kemal Bey herhalde bir kız babası olmalı. Mektubunda yer alan, şahsım hakkındaki pek iltifatkar cümleleri kendime saklıyarak bilhassa kız babalarını layık oldukları mevkie çıkaran kısımları aşağıya alıyorum. Muhterem okuyucumuz diyor ki:
"Hayat mecmuasının 22 Şubat tarihli sayısında "Babaların zor durumu" başlığı altında yazdığınız makaleyi zevkle okudum. Ancak bu yazıdaki bir cümlecik beni hiç de itiyadım olmadığı halde, sizi bu şekilde rahatsız etmeme sebep oldu.
Diyorsunuz ki: "... Ben de bir kız babası olsaydım -ki çok şükür değilim- düşünürdüm doğrusu..." Bu makalenizdeki noktai nazarın münakaşasına girecek değilim. Bendeniz, şu parantez içerisinde yazdığınız: "ki çok şükür değilim" sözlerine takıldım. Demek ki kız çocuğunuz yok ve Allah'ın size kız çocuğu vermediğine şükrediyorsunuz! Siz arzu ettiğinize nail olduğunuz için hakikaten tebrike layıksınız. Arzunuza kavuştuğunuzu görmek beni de çok mütehassis etti, fakat sizin bu makalenizi okudukları zaman, kız babalarının hepsi benim gibi düşünmeyebilirler. Tanrı sizi çok seviyor ve arzunuzu yerine getiriyor! Fakat ya muhterem annenizin babası, ya da muhterem refikanızın babaları, sizin isteğinizde bulunsalar da Tanrı dediklerini yerine getirmiş olsaydı siz nerede olurdunuz?
Erkek babası olmak
Hiç unutmam, Amerika'daki meşhur Sing-Sing Cezaevini geziyorduk. Bu hapishanenin müdürü bir profesördür. Bizim ziyaret ettiğimiz gün cezaevinde bir hadise olmuş. Oğlunu cezaevinde ziyarete gelen ihtiyar bir baba, üzüntüden geçirdiği kalp krizi sonunda orada ölmüş, ölürken de: "Keşke oğlum olmasaydı!" demiş. O gün bu hadiseyi pek acıklı bir dille anlattıkları için hafızamda çakılı kaldı. Sizin "Çok şükür kız babası değilim" sözünüzü okurken cezaevinde oğlunu ziyarete gittiği sırada ölen ihtiyar, talihsiz babanın son sözleri kulağımda adeta çınladı. Tanrı daima hayırlısını ihsan etsin.
Misalleri ta Amerika'dan almaya elbette lüzum yok. Babasını, anasını içki, kumar, aşk yüzünden öldüren erkek evlatları sık sık gazetelerimizde de görülüyor. Bilmem şaire hak vermemek doğru olur mu? Sizi sıkmazsam birkaç beytini yazayım:
Hayatı siz benim gözümle seyredin gülersiniz!
Müessir biz mi sandınız, hayır hata edersiniz.
Safa, cefa, zeka, deha, şeref, cehalet, ilm-ü fen
Tesadüfen, tesadüfen, tesadüfen, tesadüfen.
Tesadüfen bu çehre parlıyor, o çehre kapkara
Tesadüfen bu mutena, tesadüfen o maskara!
Herşeyi tesadüfe bağlamak, elbette imkansız, fakat hayatın akışı içinde karşılaştığımız öyle şeyler oluyor ki, şairin yazdıklarını kabul etmek lazım. Bırakın yakın misalleri, sizi maziye çekeyim. 1935 yılı sonları. 1936'nın ilk ayları. Ankara Ceza Mahkemesinde Atatürk'e suikast davası görülüyor. Bu davayı Akşam Gazetesinin Ankara muhabiri olarak siz de takip ediyordunuz. İstiklal Mahkemelerinin hakimi maznun sandalyesinde idi. Ali Saip mahkemede gözyaşları içinde şöyle bağırıyordu: "Dün güneş içinde idim, bugün bir hücrenin karanlıkları içinde boğuluyorum!" Arzettiğim gibi arkamıza dönüp bakınca, omuzlarımızın üzerindeki kadar yakın maziden misalleri zikretmeye lüzum yok tabii. Esasen mevzudan ayrıldım. Bazan kalem insanları nerelere sürüklüyor. Dil daha baskın gibi gelir! "Elini, dilini, gözünü sıkı tut" derler ya! "Elini" sözü "kalemi" de içine alıyor galiba!
Muhterem Şevket Bey'le bir yarenlik edelim dedik. Bir kız babası olsaydınız, ben de bu perişan satırları yazmayacaktım.
Halka hitap eden yazılarınızda kız babalarının gönlünü alırsanız, müteşekkir kalırız. Peygamberimizin erkek evladı olmamasından dolayı kız babalarının gönlü zaten alınmıştır, demeyeceğim. Gönlüm istiyor ki, siz aynı mecmuada kendi kaleminizle bu işi yapın.
Kız babaları
Muhterem okuyucumuzun lütfettiği bu mektubu çok güzel olduğu için sizlere okutmaktan kendimi alamadım. Eğer ben hakikaten kız babası olmaktan hoşlanmayan, bunu talihsizlik sayan biri olsaydım, bu güzel mektup, üstelik taşıdığı mantıki delillerle bana karşı haklı da olacaktı. Ben o yazımda, şimdi itiraf edeyim, kalemimi iyi kullanamadığımı kabul ediyorum. "Çok şükür kız babası değilim" derken yalnız evlendirme anı geldiği zaman kız babalarının düştükleri müşkül durumu gözümün önüne getirmiştim. Her baba, gözü gibi sakınarak büyüttüğü sevgili kızını evlendirirken onu horlamayacak, yumuşak bir ele teslim etmek ister. Ne yazık ki uzun düşüncelerden, hesaplardan, tedbirlerden sonra bile olsa bu elin nasıl bir el olduğunu önceden kestirmek kabil değildir. Yavrusunun kırıp döküldüğünü, yerden yere çarpılarak parçalandığını görmek bir baba için çok hazin bir şeydir. Ama kız bir kere baba evinden çıktıktan sonra mukadder olan hayatını kendi başına yaşayacaktır. Etrafından hiçbir yardım görmeden mücadeleyi tek başına kabul etmeye mecburdur. Çünkü babası onu tekrar geri alıp eski mutena yerine koymak imkanını kaybetmiştir. Ona ancak sevgili yavrusunu uzaktan seyredip kahrolmak düşer.
Kahrolmak ve hiçbir şey yapamamak! İşte yazımda, bir babanın bu acıklı halini gözümün önüne getirdiğim zaman kalemim sürçmüş ve "Çok şükür kız babası değilim" demekten kendimi alamamışım. Çünkü aynı durumda erkek evlat için babalar böyle endişelere pek kapılmıyorlar.
Ama gene şükredelim ki her kız evlenirken böyle bir tehlikeye maruz değildir. Ekserisi pek güzel izdivaçlar yaparak baba ocağında olduğundan daha mesut bir hayata, hatta bazan babanın ellerinden daha yumuşak ellere geçerler. O zaman da doğrusu kız babası olmanın keyfine doyum olmaz. Çoluk çocuğa karışmış, mesut ve çok iyi bir anne olmuş kızlarını seyreden babaların bahtiyarlığına cidden hudut yoktur.
Mıhterem okuyucumuz yazdığı pek güzel mektubuyle kız babalarını esasen teselli etmiş olduğu için bu vadide benim fazla kalem oynatmama pek lüzum yok sanıyorum. Yeniden bir sürçme olmasın diye bahsi burada kapatırken bütün evlenme çağındaki kızlara mesut izdivaçlar ve kız evlat sahibi babalara da torunlarıyla güle oynaya geçecek uzun ve bahtiyar yıllar temenni ederim.

Beyaz Ev'in Yeni Kadını

9 Şubat 1961 tarihli Hayat Dergisinden

Amerika'nın yeni Başkanı John F. Kennedy eşi Jacqueline ile her bakımdan anlaşabiliyor mu?
"İnsan saadeti istediği zaman istediği yerde elde edemez. Onun için ben de artık aldırmıyorum. Birçokları ertesi sabahın neler getireceğini düşünerek yaşadıkları günü boş yere zehirliyorlar. Bu hususta Jack'tan epey şeyler öğrendim."
Bu sözleri, henüz Amerika'nın 1 numaralı hanımı olmadan önce Jacqueline Bouver Kennedy söylüyordu. Amerika Birleşik Devletleri'nin 35. Cumhurbaşkanı olan Jack (John) Kennedy'ye gelince, 10 yıla yakın bir zamandan beri kendini tamamiyle politikaya veren bu genç ve dinamik başkan da, aile ve dost çevresinde kısaca Jackie diye tanınan karısından epey şeyler öğrenmiştir.
Kennedy'ler hiç şüphesiz mesut bir ailedir. Amerika gibi dev bir memlekette bir insanın sahip olabileceği ve erişebileceği bütün nimetlere kavuşmuş bulunuyorlar. Ün, servet, aile saadeti ve muazzam bir kitlenin sevgi ve güveninden doğan huzur... Hepsi, hepsi şimdi onların.
Bununla beraber Jackie ve Jack gerçekten mesut mu?
Bütünü ile buna "Evet" diye cevap vermek gerekir ama teferruat üzerinde durulunca karı-koca arasında oldukça büyük farklı taraflar bulunduğu anlaşılacaktır.
Jack, genel olarak bir sandviç yemekle ve bir kokakola içmekle yetinen adamdır. Jackie ise şampanya ve kaz ciğerine bayılır. Fransız yemeklerine son derece düşkündür. Jack sanattan, sanatçılardan ve sanat çevrelerinden pek hoşlanmaz. Karısı aksine sanatçılarla beraber bulunmaya ve resimden, şiirden, plastik sanatlardan uzun uzun konuşmaya bayılır. Başkan, geniş halk topluluklarının karşısına çıkmaya, kitlelere hitabetmeye alışıktır, üstelik bundan sonsuz bir zevk duyar. Jackie ise ancak samimiyetine güvendiği kimselerle, o da fazla kalabalık olmamak şartiyle, bir arada bulunmayı tercih eder. Jack, sadece Amerikan tarihini, Jackie ise Baudelairei okur. 1 hafta içinde 4-5 edebi roman devirdiği olur. Okuduğu kitaplar arasında ünlü Fransız kadın romancısı Coletteten tutun da son yılların genç romancıları arasında önderlik durumunda bulunan ve Ezik Kuşak denilen gençliği temsil eden Kerouacın romanları vardır.
Son zamanlara kadar bu uyuşmazlıklar genç karı-koca arasında belirli bir şekilde mevcuttu. Hem o kadar mevcuttu ki bir ara bu yüzden boşanacakları dedikodusu bile çıkmıştı.
Ama bu yalnız dedikodu olarak kaldı, hiçbir zaman gerçekleşmedi.
Çünkü Jack ve Jackie her ikisi de kuvvetli şahsiyet sahibi insanlardır ve hem fert olarak, hem de toplumdaki durumları bakımından sorumluluklarını tam manasıyle müdriktirler.
Yukarıda belirttiğimiz farklı tarafları bazı insanlarda korkunç kompleksler yaratabilir. Oysa Kennedy'ler kuvvetli karakterleriyle bütün bu teferruatı bertaraf etmesini bildiler. Jacqueline kocasının siyasi faaliyetleri ile daha yakından ilgilenmeye başladı. Hatta politikadan hoşlanmadığı halde cumhurbaşkanlığı kampanyası boyunca eşinin sekreterliğini yaptı, bütün seyahatlerinde mecbur kalmadıkça 1 gün dahi onu yalnız bırakmadı, hem manevi hem de maddi bakımdan kocasını destekledi. Buna karşılık Jack, karısının zevk duyduğu şeylere karşı ilgi göstermesini bildi. Soyut ressamlerın açtıkları sergilere bile gitti. Karısı sayesinde daha şık giyinmeye alıştı. Artık bu mesut kar-koca bunlara benzer birçok konularda gayet iyi anlaşıyorlar. Şimdi sofralarında sanat konularına geniş yer veriliyor ve konuşmalar çoğu zaman politika yorumlariyle sona eriyor.
Yeni rolüne başlamadan önce Beyaz Ev hakkında yazılmış olan kitaplardan çoğunu okuyan Jacqueline, bu yerin hemen hemen bütün özelliklerini biliyordu. Ağır başlı bir havanın hakim olduğu ve Amerikan Cunhurbaşkanlarının 4 yıl misafir bulundukları Beyaz Ev'in her tarafına Jackie'nin modern tablolar asacağı rivayeti çıktığı zaman genç kadın bunu şu sözlerle tekzip etmişti:
-Beyaz Ev, 18. ve 19. yüzyılların evidir ve o devirlerin havası içinde muhafaza edilmesi gerekir. Herhangi bir kimse burasını güzelleştirmeye kalkışsa bile ancak içeride şuraya buraya o devirlere uygun eşyalar serpiştirmek suretiyle bu güzelliği sağlayabilir.
Buna rağmen Beyaz Ev'de bazı değişiklikler pek tabii olacaktır. Mesela adeta otomat gibi çalışan birçok memurlar şahsiyetlerini bulacaklar ve yaptıkları işlerin gözle görülür monotonluğu asgari hadde inecektir. Yemekler daha samimi bir hava içinde yenecek, sofraya Fransız Mutfağı hakim olacaktır. Beyaz Ev'e gelecek misafirler arasında da gerek çevre, gerek karakter bakımından birbirlerinden farklı kimselere rastlanacaktır. Bunların arasında sanatçılar, yazarlar, profesörler bulunacak ve bütün bu insanlar siyaset adamları ve diplomatlarla kaynaşacaktır.
Birçok şeyleri kendi lehine çevirebilmiş olmasına rağmen Jacqueline, Beyaz Ev'deki görevinin altından nasıl kalkabileceğini bazan kara kara düşünmektedir. Hatta geçenlerde bir an paniğe kapılmış ve bir arkadaşın şu itirafta bulunmuştur: "Hep çocuk doğuracağım, başka çıkar yolu yok bunun!"
Bütün bunlara rağmen Eisenhower'in başkentten ayrılması ile Beyaz Ev'e Kennedy'lerle beraber gençlik ve tam bir anlaşma havasının estiği tatlı bir huzur girmiş olduğu muhakkak! O kadar ki, tam manasiyle tipik bir Amerikan ailesinin ferdi olan Jack Kennedy şimdi Beyaz Ev'in mutfağına eşinin arzusu ile giren Fransız şarabına ve ince Fransız yemeklerine bile iltifat etmeye başlamış bulunuyor. Protokol Kennedy'leri sıkacak ama saadetleri devam edecektir.

3.06.2007

Refik Halid anlatıyor

26 Aralık 1953 tarihli Yeni İnci dergisinden

Üstat yarınki romancı ve hikayecilerimizden pek ümidli
Yazan: Leman ÖZKANGİL
San'at aleminde, elinde fırçası, kalem kağıdı derin bir duyuş ve müstesna bir görüşle ruhlarımızı okşayan, zevklerimizi inceltip bizleri coşturan menbaa karşı ta içimizde bir hayranlık duymaz mıyız?
Hele o kimse üstad Refik Halid gibi yıllar yılı sürükleyici, yumuşacık uslubu ve güzel Türkçesi ile içimize akıvermesini bilmişse.
Onu, kendi ölçülerimizde çizip hayalimizde yaşatmaz mıyız?
İşte Refik Halid'i ben bugünkü konuşmamızdan evvel bu kadar tanıyordum.
Hayalhanemde hiçbir yıkıntı yapmayan üstadı, gururlu diyemiyeceğim fakat lüzumsuz tevazudan uzak samimi bir hava içinde buldum.
O, kendisini pencere önündeki koltuğun rahatlığına bırakmış, konuşmamı bekliyordu. Benimse 19 yaşında yazı alemine atılıp, Kirpinin Dedikleri isimli ilk mizahi yazıları ile şöhretini yapıveren bu tanınmış romancımızla konuşacak çok şeylerim vardı. Bilhassa en popüler eseri olan Nilgün'ün filme alınacağını işittiğim zaman içimde bir hüzün duymuştum, acaba diye ve aylarca evvel de kendisini bu mevzuda görüp konuşmak istemiş fakat münasip bir fırsat bulamamıştım. Meğer kısmet bugüne imiş. Bunun için ilk sualim bu oldu. Benim arzum ve günün mevzuu: Nilgün.
-Bugüne kadar çevrilen yerli filmlerin durumları herhalde sizin de malumunuzdur. Son senelerin en çok beğenilen eserlerinden biri olan Nilgün, sizce filme alınınca kıymet ve değerinden acaba kaybetmez mi? Yoksa roman olarak kazandığı sükseyi film olarak da yapar mı dersiniz?
Cevabı bu mevzuda endişesiz olduğunu gösteriyordu:
-Bugünkü teknik imkanların; bir eseri tam olarak aksettirmesine imkan göremiyorum. Fakat bence film başka, eser başkadır. Film devrini bir mevsimde bitirir, eser kalır. Bu itibarla muharririn gerek senaryo gerek film çevrilişinde bile kendisini boş yere yormasını doğru bulmuyorum.
-Son senelerde moda haline gelen tarihi filmlerimiz hakkında ne düşünüyorsunuz?
İşte üstad buna tamamen muarızdı.
-Hayır, dedi. Bugünkü şartlar altında biz tarihi film çeviremeyiz! Geçen sene elimden geldiği kadar bu çeşit filmlerin çevrilmemesi için mücadele ettim. Bu sene de bunun kısmen olsun mükafatını gördük.
O, bu acelecilikten şikayetçi idi ama yarına pek ümitsiz bakmıyor:
-Zamanı gelince bunlar da yapılacak, ancak para sarfedilerek ve ehline bırakılarak. Zira Türk Tarihinde vukufu olmayanların bu işe kalkışmaları gülünç oluyor.
Endişesi bu. Cidden Refik Halid Beyin haklı mücadelesi sayesinde bu mevsim Safiye Sultan'dan başka tarihi film çevrilmeyişi filmciliğimizin manevi bir kazancı olarak kabul edebiliriz.
Mevzumuz biraz sonra da tiyatro oluyor. Küçük Sahne sevilmiş romancımızı her hali ile çekiyor olmalı ki:
-Bugünkü tiyatroyu nasıl buluyorsunuz? Sualime şu cevabı veriyor:
-Geçen seneyi elimize alacak olursak, Küçük Sahne dar kadrosu ve mahdut eserleri ile, Şehir Tiyatrolarından daha verimli olmuştur. Şehir Tiyatrosu dekor masrafı ve kadro yüklülüğü yüzünden gelirini temin edememeye mahkumdur. Bu sinema asrında Şehir Tiyatrosunun yapacağı dekor, gözleri doyurmaya yetmez. Seyircileri az eşhaslı fakat özlü piyeslere alıştırmak lazımdır.
Üstad, bilhassa Küçük Sahnede geçen sene oynanan Arpa Anbarı'nı çok beğenmiş. Başrolde oynayan Münir Özkul'dan da taktirle bahsetti.
Salonun döşenmesinde olduğu kadar, göz alabildiğine uzanan manzarada da bir iç açıcılık, bir ferahlık var. Bu iç açıcılık ve ferahlık içinde böylece konuşurken gözlerim duvarları süsleyen tablolar üzerinde de ayrı hislerle dolaşıyor. Bu güzel eserleri hayranlıkla seyrettiğimi gören Refik Halid Bey, lütfedip hepsi hakkında kısa birer tarihçe yapıyor.
En çok beğendiklerimden birisi meyve ve çiçek tablosu idi ki bu merhum Zekai Paşanınmış.
Diğerleri de meşhur ressamların cidden güzel eserleri. Fakat bu kadar çok tablo arasında yeni ressamların bulunmayışı nazarı dikkatimi çekmişti. Bunu üstada sormadan yapamadım.
-Göremiyorum, yeni ressamların eserleri yok mu sizde?
Bu sualin cevabı, bugünkü resim hakkındaki fikri idi.
-Ben bugünkü resmin zevkini alamadım da ondan!
Bu gençlere bir tariz olamazdı. Zira Refik Halid gençlerden her mevzuuda ümitli. Bilhassa hikayecilikte.
Kendisine "Genç romancılarımızı nasıl buluyorsunuz?" dediğim vakit yüzü kalın çerçeveli gözlükleri altında memnuniyet ve güvenle parlayıverdi:
-Hepsinin içinde biraz birşey buluyorum fakat henüz tamamen tatmin edici olmayışları belki de benim eskiye bağlılığımdan, tiryakiliğimden. Yalnız şunu iftiharla söylemeliyim ki memlekette bir hikayecilik faaliyet başladığına çok memnunum. Bir müddetten beri bunları alaka ile takip ediyor ve beğeniyorum. Devir onların, bizim yapamadıklarımızı onlar yapacak ve bizi dünya
edebiyatı arasına onlar sokacak.
İsabetli bir görüş ve iyi bir temenni fakat bir yazarın yetişip yaşayabilmesi için büyük bir okuyucu kitlesine dayanması şart! Ancak Nilgün gibi en çok satılan bir eserin bile 5000 satış yapışı bizde kitap okumanın garba nazaran çok düşük olduğunu gösteriyor. Acaba neden?
Bunu Refik Halid gibi sadece kalemi ile geçinen bir romancıya sormak yerinde olurdu.
-Evet, dedi. Garba nazaran bizde az kitap okunuşu bir hakikat, bunu eksik taraflarımızdan biri olarak kabul etmekle beraber kitaplarımızın pahalı satılışının da bir payı olduğunu unutmamak lazımdır.
-İlk olarak "Yerin Altında Dünya Var" isimli eserinizle piyasaya çıkan ucuz "pocked book"lar için ne düşünüyorsunuz?
-Dünyanın her yerinde bu böyledir. Nitekim tahminlerin fevkinde bir sürüm yaptı.
Dişi Örümcek ve Kadınlar Tekkesi'nin de bu neşriyata dahil olacağını söyleyen üstada, tatlı sohbeti arasında nasıl ve niçin yazdığını da soruverdim.
Güldü:
-Evvela zevkimi tatmin ettiği için yazıyorum ve tuttuğu için de başka meslek seçmiyorum. Nasıl yazdığıma gelince: Edebiyat ve san'at titizliğim yoktur. Büyük gayelerle dünya çapında eserler yazmayı da düşünerek yazmam.
-Sizce eserlerinizin hususiyetleri nedir?
-Yazdığım yazıların Türkçesi güzel, roman tekniği kuvvetlidir ama değeri nedir bilmem. Romanın ders kitabı olduğu kanaatinde olmadığım için de, içine ukalaca ilim sokup okuyucularımı sıkmak istemem.
Konuşmamız romancımızın hususiyetlerine intikal etmişti. Bu arada kendisine biraz da, kendinizden, zevklerinizden bahsetseniz, dedim. Sıralayıverdi.
-İyi yemek. Bunu biraz da kendim pişiririm. Yürüyüş. Derecesini aşmamak şartı ile çeşitli içki ve sevimli kadın.
Likör kadehlerimiz boşalmıştı, biz üstada vedaya hazırlanırken o konuşmasına:
-Güzel demiyorum, sevimli. Zira güzellik mefhumu hepimiz için başka başka olabilir, fakat sevimlilik bir rüzgardır, herkese tesir eder, diye devam ediyordu.
İç bade güzel sev, var ise aklı şuurun
Dünya var imiş yok imiş ne umurun
Hayyam bu güzel şiiri sanki Refik Halid için söylemiş.

26.05.2007

Tenis Maçlarında Hanımlar Defilesi

1 Eylül 1966 tarihli Hayat Dergisinden
Tenis Maçlarında Hanımlar Defilesi

İstanbul Enternasyonal Tenis Turnuvası'nın 21'incisi Dağcılık Tenis Kulübünde yapıldı. Dağcılık Kulübü'nde adettir; her yıl turnuvaların oyuncuları uzun uzun tetkik edilir, içlerinden en güzelleri, en şıkları, en kibarları seçilir ve tabii bundan oyuncular hariç herkesin haberi olur. Bu yıl yapılan son elemelere göre, Fransızların kadın oyuncusu Melle C. Spinoza en şık, en sevimli oyuncuydu. Bir modaevinin elbiselerini ve tenis kıyafetlerini teşhir etmek için günde birkaç kılık değiştiren Melle Spinoza'nın bilhassa dantel şortları çok beğenildi. En güzel kadın tenisçi İngiltere'nin 10 numaralı raketi Miss Holdsworth'dü. Nefis teni, mavi gözleri, kalkık burnuyle hanımların bile hayranlığını kazanan bu İngiliz kızı, bilhassa gece kıyafetleriyle ilgi çekti.

Ablasını Bastırdı

19 Ocak 1957 tarihli SİNE RADYO HAFTASI'ndan
ABLASINI BASTIRDI

Yıldız avcıları, hergün sinema dünyasına yeni yeni namzedler kazandırıp dururlarken, bir zamanlar sinema başkentinde şöhretin zirvesine çıkmış olanları da her an kapı dışarı edilme tehlikeleri ile karşı karşıyadırlar. Biraz şişmanladı mı; mahvolmuş demektir. Veya biraz şımarıp havalarda mı uçtu, otur oturduğun yerde, deyip unutuveriyorlar bile!

Mesela; Zsa Zsa Gabor'un kız kardeşi Eva Gabor'dan son zamanlarda ses seda yok. Galiba, cazip bir fotoğrafını gördüğünüz bu dilber yıldızın da pabucu dama atılmak üzere. Belki de inzivaya çekildi.

13.05.2007

Gülsene Şekerim

22 Ağustos 1953 tarihli Cennet Dergisinden
Beyaz perdede, birçok filmlerini seyrettiğimiz Ayfer Feray'a ne oldu? Bu masmavi deniz kenarında, niçin güler yüzünü asmış? Kederi mi var? Fena bir haber mi aldı? Hayır, hayır, hiçbiri değil. Az evvel, o kadar çok güldü, suların içinde o kadar kahkaha attı ki, çeneleri yoruldu. Etrafına; "Allah aşkına konuşmayın, öleceğim gülmekten!" dedi. Dediğini yaptılar. İşte, yüzünde en ufak bir gülme izi yok. Gayet ciddi. Ama, yakışmıyor ona gülmemek. Gülsene, Ayfer, şekerim...

29.04.2007

Shakespeare Festivalinde Neler Gördüm



17 Mayıs 1962 tarihli Hayat Dergisinden

21.04.2007

Geçmiş Günlerden Bir Yaprak

13 Temmuz 1967 tarihli Hayat Dergisinden



17.04.2007

Sinatra Hala Eski Karısına Aşık

5 Temmuz 1962 tarihli Hayat Dergisinden























Sinatra Hala Eski Karısına Aşık

Geçenlerde Dünya turuna çıkmış olan tanınmış şarkıcı Frank Sinatra'nın hususi uçağiyle Madrid Havaalanı'na indiğinden pek az kimsenin haberi oldu. O'nun Paris'te öksüz çocuklar yararına vereceği konserlere hazırlandığını sanıyorlardı. Fakat Frankie, 3 günlüğüne Paris'ten ayrılarak uçağına atladığı gibi Madrid'in yolunu tuttu. Buna da sebep 2 yıldan beri görmediği eski eşi Ava Gardner'i özlemiş olmasıydı.

Frankie, son görüşünde Ava'yı eskisine nazaran çok değişmiş buldu. Gençliğini muhafaza edebilmek için Madrid'in tanınmış bir estetik cerrahına estetik ameliyat yaptırmıştı. Fakat Sinatra, Madrid'deki Hilton Oteli'ne indikten birkaç saat sonra Ava O'nu oteldeki dairesinde buldu. Böylece baş başa 3 gizli gün geçirdiler.

Sonra Sinatra tekrar uçağına binip işinin başına, Ava da bir müddetten beri yerleştiği lüks pansiyonuna döndü. Ava Gardner, kaldığı pansiyonda eski Arjantin diktatörü Peron'la kat komşuluğu ediyor. Bununla beraber Ava'nın pek gürültücü bir komşu olduğunu söyleyen sadece Peron değil! Gürültülü hayatından herkes şikayetçi.

1.04.2007

Erkek Yıldızlara Tuzak Kuran Kızlar


19 Nisan 1962 tarihli Peri Dergisinden


-Beni bir defa öptü, sonra ayın ne kadar güzel göründüğünü söyledi, ardından da kamarasına davet etti.

-Sonra ne oldu?

-Yatağın üzerindeydim, küçük pencereden dışarıya bakıyordum.

-Karşı koydunuz mu?

-Tabii. Yatağın yanındaki perde bile koptu.

-Ona bir şey söylediniz mi?

-Beni rahat bırakmasını söyledim.

-Onunla daha sonra konuştunuz mu?

-Telefon ettim. Kendisini sevip sevmediğimi sordu. Nefret ettiğimi söyledim. Annemin, onun aleyhinde dava açacağını bildirdim.

Bu konuşma, bundan 20 yıl önce, Errol Flynn aleyhine açılmış iğfal davasının bir duruşmasından aynen alınmıştır.

Peggy Satterle adında bir kızla ilgili olarak açılan dava sonunda jüri, Errol Flynn için "suçlu değil" kanaatına varmıştı.

Errol Flynn'in "Şeytanın talebesi" diye sınıflandırılmasına sebep olacak bir hayat sürdüğü bahsimizin dışında kalır.

Fakat sinema dünyasında şöhret yapmış her erkek yıldızın günümüzde de ısrarla kaçınması, sakınması gereken bir tehlike mevcuttur: Bazı genç kızlar tarafından maksatlı olarak kendilerine karşı kurulan aşk tuzakları.

Elvis Presley ve Ricky Nelson'un daima özel muhafızlarla dolaşmasının gerçek sebebi de budur.

Meşhur bir yıldızla, kendi hazırladığı şartlar sonucunda yalnız kalan bir genç kız, en masum bir durumda dahi, "bana elini sürersen çığlık çığlığa bağırırım" diyebilir. Bir anlık gafletin böylece korkulu bir rüyaya döndüğü çok görülmüştür.

Genç olsunlar veya olmasınlar, sinema dünyasının meşhur erkek yıldızları, bir aşka macerasına atılmadan önce uzun uzadıya düşünmek zorundadırlar.

Rick Nelson'un başından geçen bir macera hayli ilgi çekicidir. Tuscon'da traş olduğu banyo dairesinin pencere camını kırarak içeriye giren bir genç kız, Allah'tan sadece imzalı fotoğraf meraklısı ve kendi halinde bir kızcağızdı. Fakat bunun aksi de olabilirdi tabi.

Gemç ve şöhretli erkek yıldızların güvendikleri, kendileriyle beraber dolaştıkları kız arkadaşları da vardır. Bizim burada bahsettiğimiz tipler, yabancı ve macera peşinde kızlardır.

Gene Rick Nelson'un başından geçen bir olayı anlatalım.

Ünlü şarkıcı ve film yıldızı, cazip bir genç kızla birkaç kere dolaştıktan, bazı yerlerde beraber göründükten sonra, bir mecmuanın kapağında kızın resmini ve şu yazıyı okuduğu zaman hayli şaşırmıştı: "Ricky, bana evlenelim diye yalvardığı zaman niçin hayır dedim?"

II. Dünya Savaşı sırasında Charlie Chaplin'in 18 yaşında bir kızdan gayri meşru bir çocuk sahibi olduğu iddiasıyla mahkemeye verildiği henüz hatıralardan çıkmamıştır.

Sinemanın taçsız kralı Clark Gable için de, 15 yaşında bir kızla ilgisi olduğu dedikodusu çıkarılmıştı.

Bütün bunlar, genç olsun veya olmasınlar, erkek yıldızların, çevrelerini kuşatan genç kızlara karşı ne kadar ihtiyatlı davranmaları gerektiğini gösteren örneklerdir.

Movie Life'dan

25.03.2007

Hafiyeler

21 ocak 1954 tarihli 20. Asır Dergisinden

Hafiyeler

Yazan: Hasan Ali Yücel

Demiştik ki, Mevlevihane şeyhi Celal Efendi, Veliaht Reşat Efendi'nin taraflısı idi. Bunun için daima göz altında bulundurulurdu. Gerek Gümüşsuyu'ndaki köşke, gerek tekkeye kıpkırmızı fesli, tanımadığımız birtakım adamlar gelirlerdi. Bunların padişaha curnal verenler olduğunu, adlarına "hafiye" dendiğini ilk defa bu vesile ile duymuştum. Ben de, bu türlü tezvir işleri görerek hayatını kazananlara karşı iğrenti çocukluğumdan başlar. Yaşadıkça öğrendim ki, bu mizaçta olanlar, bunu vazife diye yapanlar her devirde vardır. Hele bakanlığımın ilk devresinde onun bunun hususiyetine, efkarına, kimlerle münasebette bulunduklarına dair gelen malumatı verenler benden yüz bulamadılar. Hafiyelerin varlığı, onları seven kudret sahiplerinin varlığına delildir.

Hele o "Muhbir-i Sadık"! Bizi birbirimize düşüren, dostları düşman haline getiren, künyesi meçhul, bu hain "Laedri"; görünmez, bilinmez, bulunmaz mahlukların şeytanlara rahmet okutacak yaradılıştası ve en aşağısıdır. İnsan, içindeki tecessüs meylini, kendi hakkında etrafın neler düşündüğünü gizliden öğrenme vehmini zaptedemeyince bu bayağı mahlukların kirli pençesine düşer. Abdülhamit, dinmeyen vesvesesiyle bütün zekasına ve kurnazlığına rağmen kendi bendeleri olan hafiyelerin ağına böyle düşmüştü. 30 sene (3 yılını siliyorum, çünkü saltanatın ilk yıllarında bu alışkanlığı yoktu) onların elinde çırpındı, durdu.

Tam 45 sene önceden hafiyeler hakkında hafızamda kalmış 2 yazıyı son zamanlarda uzun uzadıya aradım ve nihayet buldum. Bunlardan biri meşrutiyetin ilk zamanlarında Hüseyin Cahid'in hafiyeler üstüne bir makalesi. Öbürü Ali Ekrem Bey'in Kırmızı Fesler başlıklı bir manzumesi.

Birinciden başlıyayım:

"Polisler, zaptiye nezaretine (emniyete) tam layıktı. İçlerinde namuslu olanlar istisna edilirse çoğu o canavarın zaptiye nezareti nam-ı-heras-averi (korku verici adı) altında kalblere çökmüş kabusun eczay-ı mürekkibesi idi. Sokakalarda fesad-cuyane yaftalar yapıştıranlar zaptiye mensupları değil miydiler? Evlere ahrarane gazeteler bırakarak sonra evleri basanlar zabite mensupları değil miydiler? Tüccarları, zenginleri, dükkancıları tehdit ederek, hele en ziyade biçare Ermeni kardeşlerimizi mel'un hırslarına şikar (av) addeyleyerek şantajla para koparanlar zabıta mensupları değil miydiler? Hatta sokakalarda kadınlarımızı rahat gezdirmiyerek bıyık buranlar, söz atanlar, çimdikliyenler, zabıta mensupları değil miydiler? Hatta mekteplere giden yavrularımızın ahlaklarını bozmaya sebep olan erazilin istinatgahı zabıta memurları değil miydiler? Hatta... hatta... hatta... of, bitiremiyeceğim!"

İstibdat yangınının daha dumanı tüterken yazılmış bu ateşli satırları ibretle tekrar tekrar okudum. Siz de okuyunuz. Bu zavallı millet, neler çekmiş neler?! Bunları gözden uzak tutmıyalım.

Hafiyeler için yazılmış manzumeyi mektepte ezberlettilerdi. O zaman da ahengi hoşuma giden o manzume şudur:

KIRMIZI FESLER

Ey kırmızı fesler, bakalım kim sizi besler?

Aç kaldınız, eyvah!

Nerde o emeller, o bimane hevesler?

Hep oldu mu gümrah?

Hürriyeti ilan ediyor göklere sesler...

Kırmızı fesler!

Nerde o bizim kırmızı fesler?

O kabarmış,

İfrit afacanlar?

Millet bu güruhun başına zilleti sarmış.

Geçmekle zamanlar

Batmaz, unutulmaz bu köpek yüzlü asesler

Kırmızı fesler!

Vay kırmızı fesler, ne kadar kelle kulak, vay

Çıplak bugün artık.

Bin sesle iner ensenize şimdi aman, vay...

Çattık size çattık.

Bizden size bir "Tu!" mu reva sadecde, hay hay!

Kırmızı fesler!

Ey kırmızı fesler, koca curnallı köpekler,

Ey kavmi habaset!

Millet size tahkiri de pek çok görüp eyler.

Tezlile inayet.

Şayestedir idbarınıza bitli kümesler,

Kırmızı fesler!

Buyrun, geliniz kırmızı fesler, koşunuz bir

İhsana sezavar.

Tertibi denaat büyük iş haylice nadir.

Komplomuz var,

Cem'iyyetimiz var, yazınız, haydi teresler,

Kırmızı fesler!

Ali Ekrem merhum, hayli zaman Yıldız'da Mabeyn katipliği etmişti. Onun bu manzumesini gördüğü vakit Abdülhamit, kızmış ve maiyetinde çalışmış olmasını düşünerek efendisine hürmetsizlik eden bir insan olarak onu vasıflandırmış. Böyle anlatmışlardı. İşin aslında Abdülhamid'in ne Ali Ekrem'i, ne de babası Namık Kemal'i sevmesine imkan vardı. Babası, son demlerinde büyük müstebide yazıyla dehalet etmiş olsa bile eline fırsat ve kuvvet geçtiği taktirde onun karşısına tam bir bela olarak dikileceği şüphesizdi. Abdülhamid'in böyle düşüneceğini hesaplıyarak onun yakınında çalışmayı kabule kendini mecbur hissetmişti. O halde hiçbiri için mesele kalmıyordu. Hepsi anlaşmış haldeydiler. Mesele hafiylerde, böyle bir müessesenin Türk vatanında yaşama imkanını buluşunda ve bu imkanı verenlerin kudret sahibi oluşunda idi.

Nitekim Ali Ekrem Bey de nedenlerden sonra bütün hıncını hafiyelerden almıyor mu? Esasen bizde hep böyle olmuştur. Başta bulunan her kimse, daima onu kabahatsiz görür, etrafındakileri kötüleriz. Bu türlü hüküm asırların ruhlara sindirdiği korkudan ve kuvvete karşı köpeklenme duygusundan gelir. Ali Ekrem merhum, hafiyelere ekmek, mevki, ihsan ve atiyye vererek onları kuş sütüyle besliyen Abdülhamid'e neye böyle bir manzume yazmamıştır? Hafiye diye mekruh bir sınıf varsa, onu ortaya kim çıkarmıştır? Asıl günah, onu çıkaranda değil midir? Eh, ne yapacaksın? Bizim hürriyet yiğitlerinin yoğurt yeyişi de böyle!

21.03.2007

Bir genç kızın dikkat etmesi lazım gelen hususlar

15 Mayıs 1954 tarihli Yeni İnci Dergisinden (Okumak için resme tıklayın)

Karikatür

21 Haziran 1962 tarihli Hayat Dergisinden


18.03.2007

Şikayet Postası

7 Haziran 1962 tarihli Hayat Dergisinden

BİR ÖĞRETMENİN ŞİKAYETLERİ
Bir hanım öğretmen yazıyor:
"Kıymetli dakikalarınızı alacağım için çok özür dilerim. Fakat artık size de içimi dökmesem yaşayamıyacağım.
Ben kendimi vatan çocuklarına adamış, Anadolu'nun uzak kazalarında çalışan bir ortaokul öğretmeniyim. Gencim, oldukça heyecanlıyım, tuttuğunu koparamak istiyen, sonu hayatım pahasına da olsa başladığım işi yapan bir öğretmenim. Fakat talebelerimin beni çok sevdiğine inanmasam çalışamam.
Çalışmak, bir şeyler yapmak, çok, gayet çok çalışmak istiyorum. Haftada 24 saat resmi, 6 saat gayri resmi dersler ve talebelere açtığım İngilizce kursu beni tatmin etmiyor.
Geçen sene bir ortaokula tayin olunarak bekar ve tecrübesiz bir müdürle tanıştım. Bekarlığı yüzünden aramız açıldı.
Hergün, itimat edin, yüzlerce problem, rencide edilmeler, hakaretler içinde 1 sene sabrettim, çalıştım. Sene başında beni taktir eden kaza halkı, eminim ki sene sonunda benden nefret etti. İnanın, içkinin tadını bilmem, halk bana içki içirdi. Evli bir erkekle selamlaşmam suç sayıldı. Gerek halk, gerek memurlar bu kızdan istifade edelim düşüncesiyle haraket ettiler. Buna rağmen hiçbir gün azim ve irademi kaybetmedim. Fakat haksızlığa isyan etmesem, biraz yüz versem, benden iyi kimse olmıyacaktı.
Neticede, başka bir kazaya sürgün edildim. Şimdi de henüz pek genç bir müdürle çalışıyorum. İdareci olarak belki hüsnüniyet sahibi; fakat öyle bir konuşma yapar ki şahsiyetinizi yerle bir eder. Cahil dediğimiz Mehmet Ağa durumu tamire mecbur olur. Üzülürsünüz, feveran edersiniz.
Neme lazımcılık, adam sendecilik, benden çok uzak. Salla başını, al maaşını diyemiyorum. Fakat inanıyorum ki, testiyi dolduran da, kıran da birmiş.
Yalvarırım size, bana bir şeyler söyleyin. Yalnız ben değil, mektuplaştığım arkadaşlarımın hepsi aynı şeylerden şikayetçi. Artık teselli de beni avutmuyor.
Dert çok, deva yok. Problem çok, çözen yok. Hürmetler."
En büyük noksanımız anlayışsızlık, taktirsizliktir. Bari idarecilerimiz olsun, okul müdürleri olsun genç öğretmenlerin şikayetleriyle daha yakından ilgilenseler. Onların çalışmalarını kolaylaştırsalar. Gönül huzuru olmadan insan nasıl muhitine faydalı olabilir?
Okullarda öğretmenler bir aile gibi çalışmazlarsa rahatsızlıkların sonu gelmiyecektir.

12 Haziran 1954 tarihli Cennet Bahçesi Dergisi kapağı


11.03.2007

Ha susuz çeşme ha kadınsız cemiyet!

4 Ekim 1952 tarihli Yeni İnci Dergisinden (Okumak için resmin üstüne tıklayınız)

İhanet

24 Nisan 1953 tarihli Hafta Dergisinden

18.02.2007

Hayattan Fotoğraflar

28 Haziran 1962 tarihli Hayat Dergisinden
ÜNLÜ KEMANCI İLE SOKAK ÇALGICISI
Çağımızın en büyük harika çocuğu sayılan Yehudi Menuhin, henüz 3 yaşındayken bit pazarından alınarak kendisine hediye edilen bir kemandan çıkardığı ahenkli seslerle büyük istidadını ilk defa belli etmişti. Birkaç yıl sonra kendisini bir konserde dinleyen büyük matematik alimi ve ünlü amatör kemancı Einstein ise:"Bu gece Tanrı'nın varlığına beni inandırdın" demekten kendini alamadı. Aradan yıllar geçti. Geçenlerde bir gün Paris'in ünlü Rivoli Sokağında, aynı Yehudi Menuhin, Rusların büyük kemancısı ve memleketinde "Kıral David" olarak anılan David Oistrakh'la karşılaştı. Keman sazının iki kudretli devi sohbet ederlerken, arkalarında dilenen bir sokak kemancısının kırık dökük çalgısından çıkan gıcırtılı sesleri duydular. Menuhin, hemen ama dilencinin yere bıraktığı keman kutusuna 1 frank bıraktı. Bahtsız meslekdaşı sadakayı verenin kim olduğunu anlamadı ama foto muhabirleri bu beşeri sahneyi tesbit etmekten de geri kalmadılar.

FRANÇOİSE SAGAN ANNE OLUYOR
Çağımızın en dedikodu konusu olan kadın romancısı Françoise Sagan'ın kısa müddet önce Amerikalı bir heykeltraşla evlendiği malum. Sagan'ı ilk doğum sancıları yoklamış bulunuyor. Resimde, geçenlerde sancılanarak muayene için Nice şehrinde doğumevine kaldırılan yazar görülüyor.

Müzik Bilmecesi

21 Haziran 1962 tarihli Hayat Dergisinden

Aşağıdaki suallerden 18 tanesine cevap verenlerin bilgileri mükemmel, 15 tanesini bilenlerinki iyi, 10 tane bilenlerinki orta, 10'dan aşağı düşenlerinki zayıftır.

1.Frank Sinatra'nın söylediği twist'in adı nedir?
2.Gene Frank Sinatra'nın kendi adına kurduğu plak şirketinin markası?
3.Disc-jockey kime denir?
4."Forget Me Not" adlı şarkıyı söyliyen İngiliz şarkıcı kimdir?
5.Elvis Presley'in Amerika'da 1 numara olan en son şarkısı?
6."Slow Twistin" adlı şarkıyı kim söyledi?
7.Sam Caster kimdir?
8.Avrupa'ya giden 2 kadın şarkıcımız kimlerdir?
9.Perry Como'nun en son plağının adı nedir?
10.Ben E. King evvela hangi grupta şarkı söylüyordu?
11. Bruce Channel'in 1 numara olan şarkısının adı?
12.Billy Fury'nin İngiliz listelerine giren son plağının adı?
13.Paul Desmond hangi enstrümanı çalar?
14.9 sene mikrofona veda ettikten sonra yeniden şarkı söylemeye başlıyan kadın şarkıcımız kimdir?
15.Grubunu dağıtan erkek şarkıcımız şimdi hangi orkestra ile çalışıyor?
16.Neil Sedaka'nın en son plağının adı?
17.Satchmo takma adı ile tanınan müzisyenin asıl adı nedir?
18.Chet Atkins'in esas enstrümanı hangisidir?
19.Bizim listede 1 numaralı plak bugünlerde hangisi?
20.Frank Sinatra'nın kızı ile evlenen şarkıcının adını biliyor musunuz?
BU BİLMECENİN CEVAPLARINI GELECEK SAYIMIZDA BULACAKSINIZ

28 Haziran 1962 tarihli Hayat Dergisinden
Geçen sayımızdaki müzik bilmecesinin cevapları
1.Everybody Twistin'
2.Reprice
3.Plak takdim edenlere verilen isim
4.Eden Kane
5.Good Luck Charm
6.Chubby Checker
7.Meşhur İngiliz disc-jockeyi
8.Sevinç Tevs ve Ayten Alpman
9.Katerina
10.The Drifftern grubunun solistiydi
11.Hey Baby
12.Last Night Was Made For Love
13.Sax
14.Rüçhan Çamay
15.Erol Büyükburç şimdi Şerif Yüzbaşıoğlu ile
16.King of Clown
17.Louis Armstrong
18.Kitara
19.Meliondo Cafe
20.Tommy Sands.

5.02.2007

Ruslara ilk defa hayır diyen adam Şükrü Saraçoğlu

22 Ocak 1954 Cumartesi tarihli Yeni İnci Dergisinden

Ruslara ilk defa hayır diyen adam Şükrü Saraçoğlu
YAZAN: ALİ Z. ORALOĞLU
30 senelik cumhuriyet tarihimizde devlet yükünü en fazla taşıyan siyaset adamlarımızdan birisi hiç şüphesiz Şükrü Saraçoğlu'dur. Türk ve Avrupa üniversitelerinden mezun ilk başvekilimiz olan Saraçoğlu aynı zamanda cumhuriyet tarihinde en çok vekalet başında kalan devlet adamımızdır. İşte hesabı: 6 ay Maarif, 5 sene Maliye, 7 sene Adliye ve 5 sene de Hariciye Vekillikleri. Ayrıca 4 sene Başvekillik ve 2 sene de TBMM Reisliği ki cem'an 23 sene eder.
Saraçoğlu hiç bir müsbet iş yapmamış olsa dahi Türk İnkılabını kurup perçinleştiren hükümetlerde çeyrek asır vazife almakla İnkılap Tarihimizde haklı olarak kendine bir yer verilecektir.
Bazı politikacılar sade yaptıkları bir hareket veya söyledikleri bir sözle tarihe geçmişler, isimleri nesiller boyunca esatiri bir kahraman olarak dillerde dolaşmıştır.
Saraçoğlu hiç şüphesiz ki bugünkü siyasi bulanıklık geçip de dahili politika kavgalarına nihayet verilince kıymeti daha fazla taktir edilecek bir Türk Büyüğü olarak ismi nesiller boyunca bir kahraman, bir idealist, müsbet bir devlet ve millet adamı olarak minnetle anılacaktır.
Türk Milletinin yükselmesi ve bekası için İkinci Cihan Harbi esnasında bütün sıhhatini kaybeden Şükrü Saraçoğlu'nun burada siyasi hayatını nakledecek değiliz. Okuyucularımıza bu büyük ölünün siyasi hayatında geçmiş, bilinmesi gerekmekle beraber, daha açıklanmayan bazı hatıraları nakledeceğiz.
-Ben bu adamla, bu deli Türkle müzakerelere devam edemem.
Hariciye Komiseri Molotof'a "Pekiyi, öyleyse işi bana bırak" diyen Stalin ondan sonra Türkiye Hariciye Vekili Şükrü Saraçoğlu ile müzakerelere bizzat kendisi devama karar vermiştir.
Sene 1939'dur. Türk-İngiliz-Fransız ittifakına muvazi olarak bir Türk-Rus Andlaşmasına karar verilmiştir. Ankara'ya gelen Rus Hariciye Komiser Vekili Potemkin'le anlaşma en ince teferruatına kadar hazırlanmış olup sade imza merasimi için Saraçoğlu'nun Moskova'ya gitmesine karar verilmiştir.
Türk Hariciye Vekilinin Rusya'da bir vazifesi daha vardır. Bükreş'te toplanan Balkan Antantı Konseyinin ricası üzerine Rusların Balkan siyasetini öğrenecektir. (O zamanki Rumen Hariciye Vekili G. Gafenco'nun Preliminaires de la Guerre a l'Est adlı kitabından)
Bir Türk ticaret gemisi ile Odesa'ya vasıl olan Saraçoğlu Moskova'da 23 Eylül 1939'dan 18 Ekim 1939'a kadar hiçbir diplomatik ziyarette rastlanılmadığı gibi tam 28 gün ikamete mecbur bırakılmıştır.
Bu esnada Alman Hariciye Nazırı Von Ribbentrop'ta komünizmin beşiğine gelip bir anlaşma yaptıktan sonra Berlin'e dönmüştür.
Ankara'da hazırlanan anlaşmanın tamamen haricine çıkan, bir sürü metalibatta bulunan Molotof yukarda yazıldığı gibi Saraçoğlu ile başa çıkamıyacağını ve 14 Mart 1939'da Berlin'de ufak bir tazyik sonunda memleketini Almanlara teslim eden Çekoslovak Reisicumhuru Hacha'ya benzemediğini anlamıştır.
Şimdi Kremlin'in mükellef salonlarından birindeyiz. Stalin, Molotof bir tarafta, Saraçoğlu ve Türkiye Büyükelçisi diğer tarafta.
Stalin mağrur bir şekilde oturuyor ve tercümanı vasıtasile Türkiye'den metalibatta bulunuyor.
-Kars, Ardahan Ermenistan Cumhuriyeti'ne terkedilecek. Boğazların kontrol ve muhafazasını Rus ve Türk askerleri müştereken yapacaklar.
Sulh uğruna haftalardır bekleyen, mukavemeti kırılmayan Bozdağının hürriyet aşığı efesi dayanamıyor artık. Masaya bir yumruk atıyor ve hemen arkasından
-Hayır, diyor.
Müzakereler sonuçlanmadan nihayete ermiş ve Saraçoğlu İstanbul'a müteveccihen yola çıkmıştır. Dünyayı esarete boğmak, komünizmin pençesinde ezmek istiyen Kızıl Lider bile Türk Hariciye Vekiline hayrandır. Vatanını satmayana, vatan yağma etmekte mahir olanlar bile hürmet edecekler, Türk Hariciye Vekilini Odesa'dan İstanbul'a 2 Rus destroyerinin refakatinde bir kruvazörle yollayacaklardır.
Saraçoğlu, Türkiye'de muzaffer bir kumandan gibi karşılanacak, Avrupa ve Amerika'da "Rusya'ya ilk defa hayır diyen adam" lakabiyle hür milletlerin mümessili olarak sevgiyle selamlanacaktır.
İkinci Dünya Harbi içindeyiz. Alman orduları önünde bütün kuvvetler eriyor. Müttefiklerimizden Fransa yenilmiş, İngiltere kıtada mağlup olarak adasına çekilmiş, oradan mukavemete çalışmaktadır.
Önüne çıkan manileri teker teker, türlü şekillerde yok eden Hitler, Avrupa'nın hakimi mutlakı vaziyetindedir.
Türkiye'de hoşlanmadığı bir veya birçok adam vardır. Bunu bilmiyoruz. Fakat içlerinden birine tahammül edemiyor. Sanki o işbaşından uzaklaşsa emellerine erişecek. Ne yapsın da bu adamı vasifesinden uzaklaştırsın? Nihayet çaresini buluyor. Hemen Roma vasıtasile İtalya'nın Ankara Büyükelçisi'ne bir şifre gönderiliyor.
Elçi ertesi günü Reisicumhur İnönü ile hususi bir mülakat yapıyor ve Alman Orduları Başkumandanı, Almanya Devleti Reisi Führer'in Türk Hariciye Vekilinden pek hoşlanmadığını, Hariciye Vekaletinden uzaklaştırılırsa pek memnun kalacağını ima ediyor.
Aradan birkaç gün geçmiştir. TBMM fevkalade bir içtima yaparak Hariciye Vekilinin "Türk oğlu Türk ve deruhte ettiği vazifeye layık olduğunu" dünyaya ilan ederek ona itimat beyan ediyor.
Meclisi, Hükümeti ile birlikte Türk Milletinin etrafında birleştiği Hariciye Vekili kimdir? Stalin'le Molotof'a boyun eğmeyen, "Hayır" diyen Saraçoğlu, Hitler'i de mağlup etmiş ve ona II. Cihan Harbinde ilk şamarı atmıştır.
İran Şahı Pehlevi'nin Türkiye'yi ziyareti günlerindeyiz. Misafir devlet reisi şerefine verilen baloda Ebedi Şef Atatürk bir salonda Şah'la hasbıhal ediyor. En yakın ve inkılap arkadaşı Başvekil İnönü diğer bir salonda vekillerle konuşuyor. Saraçoğlu ise genç hariciye memurları ile ciddi bir mevzuya dalmış. Atatürk bir aralık Adliye Vekilini fark ederek yanına çağırıyor:
-Şah'ın elini öp bakalım, diye gürlüyor.
Gürleyen büyüktür. Arzuları seve seve yapılabilir. Türk adetlerince bir ihtiyarın, hürmet edilen bir insanın veya bir vatan kurtarıcısının eli öpülebilir. Fakat bir Türk Adliye Vekili bir yabancının elini nasıl öpebilir?
-Öpemem, diye bir ses çıkıyor.
-Öp diyorum sana!
Yapılacak şey kalmamıştır. Fakat Saraçoğlu çaresini bulacak, hem şenlendirecek, hem de teklifini kabul etmediği Ata'nın gönlünü alacaktır.
-Öpemem, dedim. Fakat sebebini sormadınız?
Salonda ses yoktur. Sual bir kere daha tekrar ediliyor.
-Öpemem, dedim. Fakat sebebini sormadınız?
-Söyle öyleyse!
-Ben bir kişinin elini öptüm, adı Atatürk'tür. Ondan başka kimsenin elini öpemem.
Bir kahkaha yükseliyor.
-Ben zaten Saraç'ın ne kadar zeki olduğunu söylemez miydim? Haydi öyleyse Şah'la bir kadeh tokuştur.
Büyük Kurtarıcı bu hareketiyle belki de Şehinşaha bir ders vermek istemişti.
Saraçoğlu birçok vekaletin başında bulunduktan ve hepsinde müsbet işler gördükten sonra nihayet çok sevdiği Hariciye Vekaletine tayin edilmiştir. İkinci Cihan Harbinin ilk senelerine rastlamasına rağmen Saraçoğlu işinden ziyadesiyle memnundur. Çünkü artık asıl mesleğine kavuşmuştur. Fakat bu arada kendisine birkaç kere teklif edilen başvekilliği münasip bir şekilde reddetmenin yolunu bulmuştur. Haris olmayan ve haris insanlardan nefret eden Saraçoğlu'nun, Refik Saydam'ın vefatı münasebetile Florya'dan ayrılırken eşine şöyle söylediği rivayet olunur: "Bu sefer başvekilliği kabul etmeye mecburum. Artık atlatamıyacağım."
Saraçoğlu tam manasile halk idaresine inanmış bir devlet adamıydı. Anglo-Sakson ve İsviçre demokrasilerini fazlasiyle beğenirdi. Başvekalet esnasında diğer siyasi partilerin kurulmasına müsaade etmişti. Memleketimizde inandığı garp demokrasilerinin kurulmasını samimi bir şekilde istemiş ve kendi arzusiyle başvekaletten çekildikten sonra hastalığına rağmen bazı mesuliyetli vazifeler alarak Meclis'te Halkçılarla Demokratlar arasında cereyan eden vahim hadiseleri tek başına yatıştırmıştır. Siyasi hayattan tamamiyle çekildikten sonra da kin ve garazdan uzak, hür memleketimizde demokrasinin tam bir anlaşma ve kardeşlik havası içinde ilerlemesini temenni ederdi. Bu yüzden zaman zaman şerefli ismine sürülmek istenen lekelere cevap vermez, herşeyin zamanla düzeleceğini ve kıymetlerin zamanla belli olacağına inanırdı.
İkinci Cihan Harbinin sonuna doğru Almanya'ya ilanı harp edeceğimiz zaman bütün ömrü boyunca kudsiyetine inandığı TBMM'ye tam 9 saat izahat vermiş ve Meclis'in ittifakı ile karara varılmıştı.
O gün Meclis'te 9 saat konuşmak mecburiyetini duyan Başvekil Saraçoğlu'nun 1 gün evvel 6 dişini söktürüp sırf toplantı münasebetiyle yerine yenilerini taktırdığını hala pek az kimse bilmektedir.
Geçen senenin son yıllarında toprağa verdiğimiz Saraçoğlu 1942'de verdiği bir nutku şöyle bitirmişti: "Vatanımızın bugünkü çocukları yalnız büyük bir neslin evlatları değildir. Aynı zamanda ölçüsüz düşmanları yenen büyük bir neslin ta kendisidir."
Evet, Şükrü Saraçoğlu da bu büyük neslin bir önderi idi. Almanya Başvekilliği yapmış Von Papen'in eşinin vefatı üzerine Bayan Saadet Saraçoğlu'na yazdığı mektuptaki bir cümle gibi: "Milletlerin saadeti olan sulhu Türk vatanına temin ettiği ve milletinize çeşitli hizmetlerde bulunduğu için Türklerin bu büyük evladını hiçbir zaman unutmıyacağı düşüncesi kederinizi biraz olsun teselli edebilecektir."
Şimalden gelmeyi düşünebilecek herhangi bir düşman karşısında evvela Karadeniz'in sert rüzgarlarına hedef olan Boğaz'ın sırtlarındaki kabrinde Şükrü Saraçoğlu'nun ruhunu bularak irkilecektir. Nur içinde yatsın!

3.02.2007

Şükrü Saraçoğlu

Yeni İnci Dergisinden (Tarih yok. Tahminimce 1954. Yalnız Sayı:2 - Yıl:1 - Cilt:5 yazıyor)

Kaybettiğimiz büyük devlet adamı Şükrü Saraçoğlu
Yazan: ALİ Z. ORALOĞLU
953 senesinin son günlerinde Cumhuriyet Türkiye'si tarihinde ismi daima şeref ve minnetle anılacak olan Şükrü Saraçoğlu'yu da toprağa vermiş bulunuyoruz.
Ödemiş'te mütevazi bir sanatkarın (Saraç Mehmet Ustanın) oğlu olarak 1887'de dünyaya gelen küçük Şükrü akran arasında zekası, yaramazlığı, cesareti ve doğruluğu ile nazarı dikkati celbederdi.
Efeler diyarı Ödemiş'te efe terbiyesi alarak yetişen Şükrü orta tahsilini ikmal ettikten sonra bir daha devamlı olarak dönmeyeceği çok sevdiği evinden ve memleketinden ayrılarak İzmir'e gönderilmişti. Bilhassa riyazi ilimlerle edebiyata karşı büyük bir istidadı olan küçük Ödemişli 3 sene sonra bu sefer tamamen baba yuvasından daha uzağa İstanbul'a gelmiş, Mektebi Mülkiye'ye kaydolmuştu. Oradan da muvaffakiyetle diplomasını alan Saraç Mehmet Usta'nın oğlu ilk memuriyetine tayin edilmişti. Kimbilir nereye gönderilecekti? İmparatorluğun Türklerle meskun olmayan yerlerinde vazife almaya gönlü bir türlü razı olmuyor, vatandaşları arasında vatandaşlarına hizmet etmeyi istiyordu. Bu maksatla kendisi gibi Mülkiyeyi pekiyi derece ile bitiren iki arkadaşı ile birlikte Talat Paşa'nın huzuruna çıktı ve makul karşılanarak isteği üzerine İzmir'e tayin edildi.
Talat Paşa ile Şükrü Saraçoğlu'nun karşılaşmaları çok garip bir tesdüftür. Kimbilir Osmanlı Devleti Sadrazamı kendisinden 26 sene kadar sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin başvekili olacak gencin gözlerinden istikbali görmüş ve bu üniversite mezununun hayata sevdiği bir yerde atılmasına önayak olarak onu teşvik etmek istemişti.
İzmir'de yavaş yavaş kendine bir muhit yapmaya başlayan Saraçoğlu İttihat ve Terakki Lisesi'nde riyaziye öğretmenliğini, aynı lisenin müdürlüğünü yapmış ve o esnada Yeni Asır gazetesinde başmakaleler de yazmıştır. Olgunlaşmaya doğru hergün yeni bir adım daha atan genç Lise Müdürü nihayet memleketinde aldığı terbiye ve kültürü garp kültürü ile meczetmek üzere Belçika'ya tahsile gitti. Birinci Cihan Harbi esnasında da demokrasi kalesi İsviçre'nin Cenevre şehri üniversitesine kaydolarak Siyasi ve İktisadi İlimler Fakültesi'nden mezun oldu.
Şark terbiye ve kültürünü garbınki ile gayet iyi bir şekilde bağdaştırmaya muvaffak olan Saraçoğlu'nun bundan sonraki hayatı bütün Türk Milletinin malumudur. İhtiyat zabitliğini yaptıktan sonra onu ilk defa olarak son Osmanlı Meclisi Mebusanı'nda aza görürüz. Sonra İstanbul Meclisi'ne Anadolu mümessili olarak seçilen fakat o esnada işgal altında olan Ege'de, sonradan Adliye Vekili olup İsviçre Kanunu Medeniyesi'ni memleketimize kabul ettiren, arkadaşı Esat Mahmut Bozkurt'la birlikte bir çete kurup düşmanlara karşı savaştığından Fındıklı'daki meclise dahil olamaz.
Cumhuriyet ilan edildikten sonra Saraçoğlu'yu sırasile şu vekaletlerin başında görürüz: Maarif, Adliye, Hariciye ve Başvekillik. Siyasi hayatının son 2 senesinde de Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisliği.
1887'de doğup 27 Aralık 1953 Pazar günü saat 11:05'de ebediyete intikal eden Şükrü Saraçoğlu tam manasile Türkçü ve demokrat bir devlet adamı idi. Sıhhatini hiçe sayacak kadar memleketine bağlı idi. Hayatında 3 kere ölüm tehlikesi geçirmiştir.
Bunun ilki İzmir Lisesi'nde jimnastik yaparken düşmesi neticesi başına gelmişti. Ele avuca sığmaz bir sporcu olan küçük Şükrü jimnastik aletinden baş aşağı yere düşmüş ve hayatından ümit kesildiğinden mektepten alınsın diye babasına haber gönderilmişti. Uzun bir istirahat devresinden sonra mucize kabilinden birdenbire iyileşivermişti.
1930 senesinde Maliye Vekili bulunduğu esnada ağır bir hastalığa tutulmuştu. Atatürk'ün emriyle tedavisi ile meşgul olan doktorlar hastalığı bir türlü yenemiyorlar, hatta ne olduğunu bile bilemiyorlardı. O esnada gözleri de pek hafif görmeye başlamıştı. Hayatından bir kere daha ümit kesilmişti. Nihayet Başvekil İsmet Paşa'nın ısrarı üzerine Viyana'ya gitmeye razı oldu. Bu sefer de bir tesadüf yüzünden 1 ay gibi kısa bir zaman içinde tamamen iyileşerek yurda döndü. Umumi muayenesi yapılırken bir diş mütehassısına müracaat etmesi söylenmişti. Dişlerinin röntgeni alınınca dişetleri altında birikmiş bir kist tabakasına rastlandı ve onların hemen temizlenmesi ile mucize kendini gösterdi. Saraçoğlu İkinci Cihan Harbi esnasında başvekilken de ağır şekilde hastalanmış, fakat memleketine hizmet etmek azmiyle bir gün bile işinin başından ayrılmamış ve birçok ecnebi devlet adamlarını 39'un üstünde ateşle kabul etmiştir. Adana'da Churchill'le tarihi buluşmaya giderken yine gayet ağır hasta bulunuyordu ve o esnada yatakta yatması sıhhati için pek elzemdi. Nitekim kendisini ölüm döşeğine düşüren hastalığı o zaman başlamıştı.
Eğer memleketine hizmet etme aşkından evvel sıhhatine düşkün olsaydı herhalde daha birçok yıllar o büyük devlet adamını aramızda görebilirdik.
Babası ile, babasının mesleği ile iftihar ederdi. Saraç Mehmet Usta'nın oğlu olduğunu, küçükken nasıl yaşadığını, evinin halini herkese anlatırdı. Eylül 1943'te TBMM'de verdiği bir nutukta o gürleyen sesiyle: "Ey Şükrü! Sen bir saraç ustasının oğlu idin. Bu memleket seni büyüttü, okuttu, Avrupalara gönderdi, adam etti ve birçok mesuliyetleri vazifelerin başına getirdi. Şimdi de başvekil seçti. Sen ona layık olduğunu gösterip bu iyiliklere karşı cevap verebilecek misin?" kendi kendisiyle bir vicdan muhasebesi yapmış ve buna "Evet" diye cevap vermişti.
İsviçre'de tahsilde iken bütün Egeli talebelerin hamisi ve ağabeyisi vaziyetinde idi. Hepsine yardım eder, nasihat verirdi. Hatta bu yüzden o zaman Cenevre'de tahsilde bulunan bazı Türkler Saraçoğlu'nu İzmirli talebelerin müfettişi zannederlerdi. Hala da bunu iddia edenler mevcuttur. Karakterinin kuvvetini dahi o zaman ispat eden Saraçoğlu'nu arkadaşları çok sayarlardı. Mesela halen büyükelçilerimizden biri olan bir zat o esnada yine Cenevre'de bulunan bir Türk kızı ile sevişmekte olup evlenmek istemektedir. Saraçoğlu arkadşının tahsilinin yarım kalmasından endişelenerek genç kızı Türkiye'ye gönderdi. Mevzuu bahis o an bu genç çift sonradan Türkiye'de evlenmişlerdir.
(Devamı var)