25.03.2007

Hafiyeler

21 ocak 1954 tarihli 20. Asır Dergisinden

Hafiyeler

Yazan: Hasan Ali Yücel

Demiştik ki, Mevlevihane şeyhi Celal Efendi, Veliaht Reşat Efendi'nin taraflısı idi. Bunun için daima göz altında bulundurulurdu. Gerek Gümüşsuyu'ndaki köşke, gerek tekkeye kıpkırmızı fesli, tanımadığımız birtakım adamlar gelirlerdi. Bunların padişaha curnal verenler olduğunu, adlarına "hafiye" dendiğini ilk defa bu vesile ile duymuştum. Ben de, bu türlü tezvir işleri görerek hayatını kazananlara karşı iğrenti çocukluğumdan başlar. Yaşadıkça öğrendim ki, bu mizaçta olanlar, bunu vazife diye yapanlar her devirde vardır. Hele bakanlığımın ilk devresinde onun bunun hususiyetine, efkarına, kimlerle münasebette bulunduklarına dair gelen malumatı verenler benden yüz bulamadılar. Hafiyelerin varlığı, onları seven kudret sahiplerinin varlığına delildir.

Hele o "Muhbir-i Sadık"! Bizi birbirimize düşüren, dostları düşman haline getiren, künyesi meçhul, bu hain "Laedri"; görünmez, bilinmez, bulunmaz mahlukların şeytanlara rahmet okutacak yaradılıştası ve en aşağısıdır. İnsan, içindeki tecessüs meylini, kendi hakkında etrafın neler düşündüğünü gizliden öğrenme vehmini zaptedemeyince bu bayağı mahlukların kirli pençesine düşer. Abdülhamit, dinmeyen vesvesesiyle bütün zekasına ve kurnazlığına rağmen kendi bendeleri olan hafiyelerin ağına böyle düşmüştü. 30 sene (3 yılını siliyorum, çünkü saltanatın ilk yıllarında bu alışkanlığı yoktu) onların elinde çırpındı, durdu.

Tam 45 sene önceden hafiyeler hakkında hafızamda kalmış 2 yazıyı son zamanlarda uzun uzadıya aradım ve nihayet buldum. Bunlardan biri meşrutiyetin ilk zamanlarında Hüseyin Cahid'in hafiyeler üstüne bir makalesi. Öbürü Ali Ekrem Bey'in Kırmızı Fesler başlıklı bir manzumesi.

Birinciden başlıyayım:

"Polisler, zaptiye nezaretine (emniyete) tam layıktı. İçlerinde namuslu olanlar istisna edilirse çoğu o canavarın zaptiye nezareti nam-ı-heras-averi (korku verici adı) altında kalblere çökmüş kabusun eczay-ı mürekkibesi idi. Sokakalarda fesad-cuyane yaftalar yapıştıranlar zaptiye mensupları değil miydiler? Evlere ahrarane gazeteler bırakarak sonra evleri basanlar zabite mensupları değil miydiler? Tüccarları, zenginleri, dükkancıları tehdit ederek, hele en ziyade biçare Ermeni kardeşlerimizi mel'un hırslarına şikar (av) addeyleyerek şantajla para koparanlar zabıta mensupları değil miydiler? Hatta sokakalarda kadınlarımızı rahat gezdirmiyerek bıyık buranlar, söz atanlar, çimdikliyenler, zabıta mensupları değil miydiler? Hatta mekteplere giden yavrularımızın ahlaklarını bozmaya sebep olan erazilin istinatgahı zabıta memurları değil miydiler? Hatta... hatta... hatta... of, bitiremiyeceğim!"

İstibdat yangınının daha dumanı tüterken yazılmış bu ateşli satırları ibretle tekrar tekrar okudum. Siz de okuyunuz. Bu zavallı millet, neler çekmiş neler?! Bunları gözden uzak tutmıyalım.

Hafiyeler için yazılmış manzumeyi mektepte ezberlettilerdi. O zaman da ahengi hoşuma giden o manzume şudur:

KIRMIZI FESLER

Ey kırmızı fesler, bakalım kim sizi besler?

Aç kaldınız, eyvah!

Nerde o emeller, o bimane hevesler?

Hep oldu mu gümrah?

Hürriyeti ilan ediyor göklere sesler...

Kırmızı fesler!

Nerde o bizim kırmızı fesler?

O kabarmış,

İfrit afacanlar?

Millet bu güruhun başına zilleti sarmış.

Geçmekle zamanlar

Batmaz, unutulmaz bu köpek yüzlü asesler

Kırmızı fesler!

Vay kırmızı fesler, ne kadar kelle kulak, vay

Çıplak bugün artık.

Bin sesle iner ensenize şimdi aman, vay...

Çattık size çattık.

Bizden size bir "Tu!" mu reva sadecde, hay hay!

Kırmızı fesler!

Ey kırmızı fesler, koca curnallı köpekler,

Ey kavmi habaset!

Millet size tahkiri de pek çok görüp eyler.

Tezlile inayet.

Şayestedir idbarınıza bitli kümesler,

Kırmızı fesler!

Buyrun, geliniz kırmızı fesler, koşunuz bir

İhsana sezavar.

Tertibi denaat büyük iş haylice nadir.

Komplomuz var,

Cem'iyyetimiz var, yazınız, haydi teresler,

Kırmızı fesler!

Ali Ekrem merhum, hayli zaman Yıldız'da Mabeyn katipliği etmişti. Onun bu manzumesini gördüğü vakit Abdülhamit, kızmış ve maiyetinde çalışmış olmasını düşünerek efendisine hürmetsizlik eden bir insan olarak onu vasıflandırmış. Böyle anlatmışlardı. İşin aslında Abdülhamid'in ne Ali Ekrem'i, ne de babası Namık Kemal'i sevmesine imkan vardı. Babası, son demlerinde büyük müstebide yazıyla dehalet etmiş olsa bile eline fırsat ve kuvvet geçtiği taktirde onun karşısına tam bir bela olarak dikileceği şüphesizdi. Abdülhamid'in böyle düşüneceğini hesaplıyarak onun yakınında çalışmayı kabule kendini mecbur hissetmişti. O halde hiçbiri için mesele kalmıyordu. Hepsi anlaşmış haldeydiler. Mesele hafiylerde, böyle bir müessesenin Türk vatanında yaşama imkanını buluşunda ve bu imkanı verenlerin kudret sahibi oluşunda idi.

Nitekim Ali Ekrem Bey de nedenlerden sonra bütün hıncını hafiyelerden almıyor mu? Esasen bizde hep böyle olmuştur. Başta bulunan her kimse, daima onu kabahatsiz görür, etrafındakileri kötüleriz. Bu türlü hüküm asırların ruhlara sindirdiği korkudan ve kuvvete karşı köpeklenme duygusundan gelir. Ali Ekrem merhum, hafiyelere ekmek, mevki, ihsan ve atiyye vererek onları kuş sütüyle besliyen Abdülhamid'e neye böyle bir manzume yazmamıştır? Hafiye diye mekruh bir sınıf varsa, onu ortaya kim çıkarmıştır? Asıl günah, onu çıkaranda değil midir? Eh, ne yapacaksın? Bizim hürriyet yiğitlerinin yoğurt yeyişi de böyle!

Hiç yorum yok: